Bölüm 23

Akşam saatlerinde Pan’larda üzerimi değiştikten sonra taksiye atlayıp okulun yolunu tuttum, yoklamaya 45 dakika kaldığı için otobüsle gidip geç kalma riskini göze alamamıştım. Okula girişlerde her zamanki gibi yine sıkı kontrol vardı, içeri kimse alkol ya da sigara sokamasın diye. Girişlerde nöbetçi öğretmenler donumuza kadar silkelediği için izin dönüşlerinde hep çift kat iç çamaşırı giyerdim.. Üstte göstermelik bol bir boxer ve boxerın altında slip.. Slip’in içine sıkıştırdığım paketler bu sayede kontrolde boxerım silkelenirken düşmüyordu. Evet beynim sikiş dışında şeylere de arada bu şekilde çalışıyordu. Hayatının dörtte üçünü benim gibi donsuz gezerek geçirmiş birinin bu şekilde çift kat giymek zorunda kalması sibirya kurdunun çölde koşması gibiydi, daralıyordum.. Donsuz derken iç çamaşırı giymeme sebebim sikişmede kolaylık sağlaması değil, alışkanlıktı sadece; sallandıra sallandıra gezmek hoşuma gidiyordu.. Hayır sapık değilim tabii ki ama o sallandırma olayı özgürlüktü benim için ne bileyim lan işte güzeldi anlayacağınız. Hem yürürken pantolonuma sürten madenimin gıdıklanışı hoşuma gitmiyor da değildi hani.


Kontrolden sapasağlam geçip derin bi’ nefes alarak yoklama için kendi sınıfıma doğru yola koyuldum.. Koridorlarda sona kalan öğrenciler hala koşuşturuyordu ve sınıflarda sağır edici bir gürültü vardı.. İzne çıkanlar, çıkamayanlara yaptıklarını anlatıyordu; aslında yapmak isteyip de yapamadıklarını “aaaaaaağbi lan hatunla pansiyona gittik var yaaa 5 posta attım, şu an çok pis sızlıyo lan yara oldu…”. Milletin derya olmuş salyalarından yüzme bilmeden sırana ulaşmak imkansız böyle zamanlarda. Neyse ki zamanında gelebilmiştim yoklamaya.. İzinlerde yakalanma korkusu olmadan sigara içmek bile yetiyordu rahatlamamıza, bir damla özgürlüğün tutsaklarıydık işte.


Yoklama sırası bizim sınıfa geldiğinde nöbetçi öğretmeni görür görmez sırtımdan kaynar sular aktı. Sözlüklerde ‘orospuçocuğu’ arandığında tanımlamanın ardından gelen “bkz.”ye iliştirilecek ilk isim onun ismi olmalıydı. Zaten böyle amcıklar olmasaydı “lise” diye ayrı bir kelimeye ihtiyaç duymaz “cennet” kelimesiyle idare ederdik. Alfabede “okul” kelimesini oluşturan harflerden sonra gelen harfleri birleştirdiğimizde “ölüm” kelimesini görmemizin canlı kanıtıydı bu amın feryadı. Kısa boyu, am dudak-göt yanak kırmızı suratı, çiğ mavi gözleri ve siyah saçlarıyla bildiğin piknik tipi bir orospuçocuğuydu, aramızdaki adıyla nam-ı diğer Boris ! Sınıfa girer girmez şimşek gibi gözlerini bana dikti ve gülümsemeden oldukça uzak bir ifadeyle “ahaa sen nasıl oldu da izne çıkabildin lan?” dedi, “Ben de şaşırdım hocam.” diye yanıtladım panikleyerek. Gülmeye başladı ve “Dert etme bu gece bi vukuatını yakalar haftaya şaşırtmamış olurum seni” deyip yoklamayı alarak çıktı sınıftan.


Gözlerimle Boris’in sınıftan çıkışını takip ederken kapıda bekleyen Keş’i gördüm. En son ne zaman tek bir orospuçocuğu olmuştu ki hayatımda, hep bol bol düşmüştü payıma bunlardan. En güzeli başetmek yerine akışına bırakıp duyguları rafa kaldırmak ve yaşarken izlemekti hayatı. Ben de öyle yaparak gülümseyip göz kırptım Keş’e, O da bana gülümsedi. Hoşuma gitmişti bu yeni halim, takmayacaktım olanı biteni. Sıramdan üşengeçlik eşiğinde kalkıp gittim yanına “Hayırdır?” dedim, “Yoo yok bir şey, az konuşalım mı?” dedi. İşte bu hiç hoşuma gitmedi. Bu ‘az konuşalım mı’, içinde ‘konuşulması gereken çok şeyler var’ barındıran bir ‘az konuşalım mı’ydı. Sadece “Olur tabi nerde?” dedim, bir an duraksadı ve “Ben aç değilim sen de atıştırmışsındır dışarda, yemeğe girmeyelim, gel benle.”dedi.


Heyecanlandım demek az kalır, bildiğin strese girdim; ellerim buz kesti. “Tamam.” diyebildiğim için şanslıyım, normalde böyle durumlarda yüzüm ifadesizleşir ve dilim tutulurdu. Keş önde ben arkada, kimsenin akşam saatlerinde kullanmayacağı karanlık bir koridora girdik. Koridorun ortasındaki bir kalorifer peteğine yaslanıp karşı duvara gözlerimizi dikerek öylece beklemeye başladık. Ben ne konuşacağını sormaya korkuyordum, o da konuşacağı şeye başlamaya çekiniyordu. Sessizce beklemeye başladık. Bi’ süre sonra yüzünü bana doğru çevirip beni izlemeye başladı. Biri bana ne zaman bu şekilde baksa tedirgin olurdum, zaten hali hazırda tedirginken bu izlenme duygusu beni deli ediyordu. Dönüp ben de onun her santimetrekaresinde gözlerimle gezmeye başladım. Hayatımda ilk kez biriyle böylesine bakışıyordum ve o an hissettiğim tensel temastan çok daha fazlasıydı.


Rafa kaldırdığım duygular bir bir yere düşüyor, duvarlarım tek tek yıkılıyordu. Öyle tatlı bakıyordu ki bana “Tamam aramızda geçen kötü şeylerin hepsini unuttum” deyip boynuna atlamamak için zor tutuyordum kendimi. Girdiğim stres yerini rahatlamaya bırakmıştı, yüzünde huzur buluyordum. Baktığımız şeyle gördüğümüz çok farklıydı ikimizin de, o kadar tahrik olmuştuk ki madenlerimiz pantolonlardan aşırı şekilde belli oluyordu, belli olması umrumda da değildi orada biz bizeydik, bizdik. Bu bakışlar bana sonsuzluğu göstermişti; yıllardır orada ayakta dikilerek yemeden, içmeden, uyumadan, nefes almadan birbirimize bakıyormuşuz gibi hissediyordum. Bana bakan siyah gözleri ve her an bir şey söyleyecekmiş gibi duran dudakları… Kendime verdiğim tüm sözleri unutmuştum yine ve bile bile unutuyordum, O’nunla böyleyken O’ndan başka bir şey hatırlamak istemiyordum. Beni benden alan o eksik gülümsemesiyle “Bana aşık mısın?” diye sordu..

Yorumlar