Bölüm 13

Pan’ın evine gidişini dersliklerin olduğu bloğun 3. katındaki bir sınıftan izledim.. “Oh amk hayat O’na güzel, biz burda taşşak sarkıtalım, adam rahat rahat evinde götü yaysın” diye de içimden geçirmeden edemedim.. Güneş, arkasına saklandığı dağların gökyüzüyle buluştuğu çizgiyi mareşal sırması gibi boyamıştı.. Gök karanlığa avuç açıyordu ve saks mavisine boyanmış dağlarda bu sırma, ölmeden önce gözlerimi kapatıp geçmişimi düşündüğümde, anlık hesaplaşmalarımın sayılı karelerinden biri olacak türdendi.. Henüz gece ışıklandırmalarına teslim olmamış vapurların arkasından “kaptan bizi de bekle” dercesine çığlık çığlığa uçuşan martılar, uzaklardan bir imamın akşama aşık sesi, hafif bir esintiyle sevişen dalgaların kokusuna karışan ve o eve yetişme telaşıyla hızlanan adımların karınca gibi görünen siluetleri.. Seviyorum lan ben bu şehri !!


Geceyi ciğerlerime hapsetmek istercesine derin iç çekişlerle kapadım pencereyi ve sigara içmek için tuvaletlere doğru yol aldım.. Keş bu saatlerde yatakhaneler bloğundadır diye az kasmasam osuracak kadar rahattım, giriş kattaki kantinin televizyonundan yükselen şarkı ruh halimi benden iyi anlatıyordu: “İçimde bir ateş yanıyor Bedenim dar gelir oldu Ateşime ister körüklerle gel, ister suyla İstediğin kadar konuş benimle İstediğin kadar yalan söyle Beni ben yapan içimdeki sesleri susturamazsın İçine girdiğin küçük kaygan deliği Yeni ve büyük bir dünya mı sandın? İstersen bi aynayla yardım edeyim ama umursamazsın.. Merak etmeden duramıyorum Geceleri nasıl uyuyorsun Beni boşver kendine cevap ver Lütfen bu kez dürüst olur musun? Ben şarkımı söylerken istersen sesi açarsın İstersen kısıp bunu da yok sayarsın Kim bilir belki gülümser belki ağlarsın…” İsyanım, şarkının enstrümental kısımlarında Şebo’nun çığlıklarını bastırıyordu ama yine de tuhaf bir şekilde içim kıpır kıpırdı ve bağıra çağıra sövesim, inadına yine gülesim yeniden mutlu olasım vardı.. Herkes gibi ben de mutluluğu en çok kendimin hakettiğini düşünüyordum..


Tuvalete girdiğimde beni karşılayan sessizlik içimi rahatlattı “İyi, iyi kimse yokmuş” diyerek bir kabin beğenip üstündeki florasan lambayı söndürerek girdim ve bir sigara yaktım,yaslandığım duvardan bir su damlası gibi ağır ağır kayarak çömeldim sonunda ama ben çömelene kadar sigaram bitmişti zaten.. Tuvaletteki ıssızlığın verdiği huzurla hazır çömelmişken bir sigara daha yaktım ve asma tavandaki kareleri, o karelerdeki delikleri sayacakmışçasına dikkatle inceleyen gözlerle, ertesi günü hayale daldım.. Panlara gidecektim, annesi bize yumurta kıracaktı hem de patatesli yumurta “oyh yatılı okulun piçliği de buydu işte, en basit yemeklere hasret bırakırdı insanı…”. Patatesli yumurtadan başka bir şey hayal edemiyordum, henüz akşam yemeği yememiştim tabi.. Tuvalet deliğinden gelen coss sesiyle biten sigarayı bir süre selamladıktan sonra yaklaşan yemek saatini kantinde televizyon izleyerek beklemeye karar verdim.Yatılı okulların ve yurtların bir diğer piçliği de budur, televizyona en yakın oturan ve en önce gelen orospuçocuğu alır kumandayı ve sana sikseler izlemem dediğin ne varsa izletmeye yeminliymiş gibi gezer kanalları..


Milyon besmele’lik bir iç çekişle sikiğin açtığı kanallardaki programlar en sevdiklerimmiş gibi davranarak yarım saat kalan yemek için vakit öldürmeye başladım.. Televizyon önündeki koltuklar o an kingsize kuş tüyü yatak gibi rahat geliyordu sırtıma, gözlerim şaşı bakmaya başladı programlara ve derin nefesler kapısıyla uyku salonu arasındaki eşikte yarı uyur yarı uyanık gözlerim kapalı yayıldım koltuğa.. Tatlı tatlı uyuklarken ayağıma çuvaldız batırılsa, “Oha amk izleye izleye bunu mu izliyonuz, aha Anıl da burdaymış” diyen Keş’in sesi kadar sıçratamazdı beni.. Yine uyuyormuş gibi yapmak en iyisi diye düşündüm ve derin derin nefes almaya devam ettim, yarı açık ağzımdan salya akmasın diye gayret üstü mücadeleler vererek..


Omzumda o “Allah’ını kaybettirip peygamberini aratan” dokunuşu hissetmek saatlerce karda çıplak yuvarlandıktan sonra 50 derecelik havuza atlamak gibiydi, yandım, kızardım, nefesim kesildi.. “Hıııı…” diyerek derin uykudan uyandırılmış çocuk bakışlarıyla Keş’e baktım.. “Oooo Anıl Bey bu ne uykuculuk lan kalk hadi yemeğe gidek” dedi gereksiz bir samimiyetle.. O kadar çok şaşırmıştım ki çizgi film karakteri olsam çenem taşaklarıma değmiş şekilde gösterilirdim.. “Haa tamam” dedim ergenlikten çatallaşmış sesimle.. Yan yana kantinden çıkıp yemekhane merdivenlerini inerken inadına suskunluğum üzerimdeydi.. “Hayırdır lan canın bir şeye mi sıkkın?” dedi Keş olanları silmişçesine.. Beynim de “Hassssiiiiktir”lerin tokuşa tokuşa uçuştuğu andı.. “Off nerdesin be Pan, niye yoksun”..


Keş’in “Ne olur sikişelim” demek yerine salak saçma samimiyetiyle beni oyalaması tahammül edilmez derecede sıkıcıydı, bir an önce sadede gelse de siktiri çeksem diye kuş yakalamak aşkıyla taş kesilen yılan sessizliğine bürünmüştüm. Sik kafalı yemek boyunca espri yapıp aradaki buzları eritip dost kalma çabasıyla tutuşan masum’u oynadı.. Sıkılmaktan sinirlenmeye doğru akıyordum oluk oluk “Bi sus lan siktir git şerefsiz!!” ama “iyi niyet öyle bir orospudur ki seni düşmanına karşı yeri geldiğinde en sağlam zırhtan daha iyi korur”, işte Keş de bu orospuyu takmıştı koluna, kovmak için sebep bulamıyordum ve konuyu da tekrar açarak gündeme getirip utanmamak için elimden geldiğince susarak siktir’olup gitmesi için dua ediyordum.. Okulda kalan öğrencilerin gerçekten okulda olup olmadıklarını kontrol etmek adına her cuma akşam yemeğinden sonra alınan yoklama için Keş’ten ayrılıp sınıfıma doğru giderken “Anıııl, yoklamadan sonra gitme bir yere muhabbet ederiz” diye seslendi arkamdan.. Sezar’a “Sen de mi….” dedirten sırtından bıçaklanmayı hissederek “Yetmedi mi…” dedim içimden.. Yoklama sırası bizim sınıfa gelsin de çaktırmadan yoklamamı verip bloktan uzaklaşmayı planlarken, götveren nöbetçi hoca kendi odasına yakın diye sondan başladı yoklama almaya…


Sıra bizim sınıfa geldiğinde Keş kapıda sırıtarak bekliyordu “Off sıkıldım oğlum yoklama bitse de keyfimize baksak” gülüşüyle.. İçimden piç olan cuma gece’me ağıtlar yakıyordum.. Yoklamadan sonra yanımda Keş’le çıktım sınıftan.. Piç kurusu öyle şebeklikler yapıyordu ki sinirlerim gevşiyordu ve gülmemek için zor tutuyordum kendimi, arada yarım ağızla gülecek gibi olduğumdaysa var gücüyle abartıyordu espri olayını.. Bilmiyordu ki ben, O’nun gibi soytarılık yaparak beni güldürene akmak istemiyordum. Ben “Beni maskaralık yapmadan gülümsetebilecek olana çağlamak istiyordum”; o an Keş “Abdurrahman Çelebi”mdi, daha ötesi değil.. İçimdeki kıyameti ben katlaya katlaya çoğaltırken, Keş’in bitmek bilmez şebeklikleri o kıyameti katlayarak rafa kaldırmıştı.. Beynimle kalbim ayrı tellerden çalıyor tenim ise bu müziklerden alakasız dans ediyordu, Yıldız Tilbe’leşmiştim, beynim vücuduma söz geçiremiyordu..


Yan yana yürüyerek okulu turlarken arada birbirimize değdiğimizde ön sevişme safhasındaki ergen gibi “ehehehe” yapıp duruyordu.. “Hayırdır güldüğün şey neyse bana da söyle ben de güleyim, belki seni zeki biri sanarım?” dedim analarıyla andığımız bazı hocaların gevrekliğiyle.. “Yok bir şey oğlum yaa, anaaa ne kadar da alıngan olmuşsun sen eskiden böyle değildin!!” diyerek yaralı parmağıma işedi. “O dediğin henüz seni şerefli bilirkendi.” deyip şendul kahkahasını patlattım, dumur olmuştu ama lafı anlamazdan geldi. Yavaş yavaş muhabbet “eskiden böyle değildin”lere kayıyorsa, adım gibi eminim ki o eskilere duyulan özlem “sikiş’e davet fragmanı”dır.

Yorumlar