Bölüm 124

Siz hayal edilmeden yıllar önce zamanın birinde, bir yerlerde usta bir ressamın yanında eğitim gören bir çırak varmış.. Uzuuuuun ve meşakkatli bir eğitimin sonunda Çırak, Üstat’ına, artık kendisinin de ustalığa eriştiğini, harika resimler çizebileceğini söyler.. Bunun üzerine Üstat “Peki öyleyse, bana şimdiye kadarki tüm eserlerini geride bırakabilecek bir sanat eseriyle gel o zaman; ben de seni mezun edeyim” der.. Çırak aylarca gece gündüz uğraşarak, o güne kadar yaptığı tüm işleri geride bırakan o muhteşem eseri koyar ortaya.. Bunun üzerine Üstat “Şimdi bu eserini şehrin şu meydanına bırak, yanına da kırmızı bir kalem koyarak gelip geçenlerin gördükleri hata ve kusurları işaretlemelerini söyleyen bir not bırak..”der.. Çırak bunun sebebini anlayamasa da Üstat’ına duyduğu saygıdan dolayı dediğini aynen yapar..


Aradan bir hafta geçince Çırak o bıraktığı eserini almaya gider.. Aylarca emek verip ortaya koyduğu o muhteşem tabloda kırmızı kalemle yapılan işaretlemelerden yer kalmamıştır.. Çok derin bir keder ve hayal kırıklığı içinde Üstat’ının yanına gider ve tabloya olanları gösterip “Haklıymışsın Üstat, ben henüz senin gibi olmaya hazır değilmişim” der.. Bunun üzerine Üstat “Şimdi de senden bugüne kadar yaptığın tüm işlerin en kötüsünü yapmanı istiyorum..” diyerek Çırak’ı atölyeye geri gönderir.. Aradan geçen bir kaç günün ardından Çırak baştan savma bir tabloyla geri döner.. Üstat “Şimdi bu tabloyu da aynı notu iliştirerek aynı meydana koymanı istiyorum.. Bu sefer yanına kırmızı kalem değil; su, boya ve de fırça bırak.. Notunda da hataları işaretlemelerini değil düzeltmelerini iste.” der.. Çırak denileni yapar ve bir hafta sonra tabloyu meydandan almaya gittiğinde “Tablosunda hiç bir düzeltme yapılmadığını görür”.. Bunun üzerine Üstat; “Gördün mü evlat! İnsanlar böyle işte.. Daha iyisini yapamayacakları halde senin yaptığını karalamaktan geri kalmazlar.. O yüzden sen sen ol, seni ‘yanlış’ bulup da ‘düzgününü yapamayacak’ insanları dikkate alma.. En doğru yol, bildiğin yoldur..” der..


Bir başka hikayenin sonunda da der ki “Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz; şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.” ve “Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir; tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.”


Bilmem anlaşılmayan nokta kaldı mı?


Beni “anlayarak” okuyan insanlar öylesine güzeller ki… Tenhada kıstırsalar gıkımı çıkarmam, o derece seviyorum. <3


Bu arada ikinci cildin fragmanını saldım, kaldırabilecek olan arkadaşlar şimdiden listelerine ekleyebilir; kaldıramayan insanı da mahremime almam zaten..


Benimkisi “çok Anıl bir hayat hikayesi”.. Seversin bilirim..


O yüzden Fanfinifinfon devam ediyor.. Hadi bitirelim şu işi! <3


***


***


***


Elimde o gri’yle ne kadar süre ayna karşısında dikildim bilmiyorum ama köpükler tamamen yok olmuş, saçlarım bile yer yer kurumuştu.. Yatağımın üzerinde titreyip duran telefona gözüm takıldı, “poffff” diyerek duşa geri döndüm.. Elektrikli şofben kullanıyorduk, aynayla sevişirken zaten sayacı fır fır döndürmüştüm, bir de üstüne telefonla sevişmeye başlarsam fatura gelir gelmez şofbenimi sökerlerdi odamdan..


Belime doladığım mavi havluyla yatağıma oturup telefonumu kurcalamaya başladım.. Üç yeni mesaj.. Biri Garp’tandı “Yarın için bir planın var mı?”.. Direkt silerek bir sonraki mesaja baktım “Keş ben..”. ve son mesaj “Sırık hala oradaysa bir şey sormak için aramıştım.”.


İçimden “ananızın amı sizin, sikicem haa!” diyerek telefonu yatağa geri fırlatıp giyinmeye başladım.. Bir kaç gün içinde bütünleme sınav sonuçları belli olacaktı, acı bir şekilde Pan düştü aklıma.. Yine kendi hayatıma dalıp, hayatıma anlam katan dostlarımı ihmal etmiştim.. Bunu hep yapıyorum ben, ne zaman kendi derdime düşsem, o derdi siksen paylaşamam; o dert benimdir ve ben o derdin dermanını bulana kadar da sevdiğim herkesi uzak tutarım kendimden.. Halbuki dostlar “dertleşmek” içindir.. Ben sır tutmayı annemin dizlerinin dibinde öğrendim; kırılan kolu yen içinde gizlemeyi de.. Öyle güzel öğrendim ki, annemden bile gizlediğim sırlar biriktirdim..


İşte saçmaladığım nokta burada başlıyor, “Derdimi paylaşayım diye kafama silah dayayan yok, hal hatır sor yeter!”.. Yoook işte benden bahsediyoruz, sesim derdimi ele verecekmiş gibi hissediyordum; üstelik bu yaşadıklarım “ortak etmek isteyebileceğim türden sırlar değildi”.. Yine de Pan’ın yanında olmak zorundaydım, sonuçta sınav sonuçları açıklanacak.. “Ne desem ki şimdi, hem o kadar gün eğlenirken tek mesaj atmamışım kardeşime” diye düşünürken “Naber la yarraaam” yazıp gönderdim.. “İyiyim am kafa, sen nabıon” diye yanıt geldi Pan’dan.. İşte dost olmak, kardeş olmak böyle bir şey.. Bana gönül koymaması öyle içimi rahatlattı ki Keş’e de bir yanıt attım “Yok burada, numarası 05XX XXX XX XX” diyerek.. Ardından “Sınavların açıklanmasına az kaldı lan, yarraa yedik gibime geliyor” yazıp Pan’a gönderdim.. “Sorma oğlum yaa bi de bizimkiler tatilde çok iyi davrandılar. Yüzlerine bakamam amk” diye yanıtladı..


Telefonu yatağıma geri fırlatıp tekrar banyoya girdim ve saçlarımı kurulamak için bir havlu aldım…


Saçlarımı kurularken havluyu eskiden yaptığım gibi “hayvanca” kullanamıyordum.. Yüzümde ve omzumda gösteri yapan sivilceler ağzıma sıçıyordu.. Her yüzümü kurulayışımda bir iki sivilcem sırıtırdı bana havlumun üzerinden.. Özellikle alnımdaydı bu mayınlar, çok da can yakıyorlar.. Bazen yastığımda bile izleri çıktığı oluyordu.. Allah’tan çabuk iyileşiyorlardı ama gelen gideni aratıyordu; iki günde bir “nur topu gibi yeni bir sivilce”yle uyanıyordum..


Kurulanıp giyindikten sonra “Arayam mı bi?” yazıp Pan’a yolladım.. “Yok kardeşim, şimdi dayımlarla yemekteyiz. Çok bunaldım amk” diye yanıtladı. “Sıkma canını okşa patlıcanını :D” yazdım.. “Amk senin masada közlenmiş patlıcan var ahahahahahah” diye yanıtladı.. ve biz yine o en iyi bildiğimiz şeyi yapmaya başladık “hayatla taşşak geçmek”.. Gece boyu şarjlarımız bitene kadar yazıştık.. Eskiden yanımızda taşıyamıyorduk kodumunu şarj aletlerini, gülle gibiydiler abi! O zamanları bilen iyi bilir hani şu nokia’nın tüplü tv formunda şarj aletleri vardı.. Yiyosa taşı yanında.. Bugünlerde o şarj aletiyle dolaşan biri görülse “Silah bulundurmaktan” içeri atılır..


Pan’la yazıştıktan sonra telefonumu şarja takıp aşağı indim.. Annem “Ne o? Dayanamadın dimiiiiiiiiiğ seni gidi seni çeni gidi çeniiii” diye gittikçe çocuklaşan bir ses tonuyla bana doğru koşmaya başladı.. “Anne ne içtin? Anne ne içtin?” diye gülerek geri geri gidiyordum.. “Kaçmasana be ayvan, gel ikicik sarılayım evladıma” diyerek sarıldı.. Kim demiş “aşk” yok diye abi, vardı işte, bal gibi de vardı! Annemle sarıla sarıla “goomba” dansı yaparak dört dönüyorduk evin içinde.. Bu da “aşk” değilse, aşk ne?


Sahi, aşk ne?


Kokusu, tadı, rengi, ismi, cismi, hissi, sesi var mıdır aşkın?


Yok mu?


Bence var.. Aşk’ı kalp hisseder diyerek kaçıyorlar bunu yanıtlamaktan.. Kalp hissetmez; kalp muhafaza eder.. Göz görür, kulak duyar, el dokunur, ağız söyler, dil tadar, beyin yoğurur ve kalp muhafaza eder..


Kalbim ona atmıyor artık diyoruz hani.. İşte her nasıl ki çalışmayan bir dolapta ne varsa bozulur çöpe gider; atmayan bir kalpte de olan bu.. Peki ya kalp de o buzdolapları gibi kendi kendine mi bozulur? ya da biz miyiz kalplerimizi bozan? veya kalp mi bozar kendini?


İnsan ayırmam diyoruz, sen ayırmazsın ama kalp ayırıyor işte.. Öyle bir ayırıyor ki, kimini çöpe atarken kimini sonsuza dek koruyor, muhafaza ediyorsun..


O yüzden “Dünya bir yana, sen bir yana” diyor aşıklar..


ve bu yüzden; dünya bir yana, sen bir yana benim canım annem..

Yorumlar