Bölüm 74

Okul müdürü sonunda törene teşrif ettiğinde kendisini selamlayacak 50 öğrenci ya var ya yoktu.. Sona kalanlar olarak bizim de halimiz pek iç açıcı değildi doğrusu. Onun için tertiplenen törene geç kaldığı yetmezmiş gibi sikici bakışlarla kürsüye doğru yürümeye başladı.. Hepimiz pür dikkat “Acaba ne oldu” hayretiyle odaklanmışken, “Siz ne biçim adamlarsınız! Bir sıcağa bile dayanamayacaksanız biz burda boşuna çabalıyoruz! İdareciler sorumlu oldukları öğrencileri kendi bölgelerine götürebilirler, tören mören yapmıyoruz!” diye bağırıp çekti gitti.. O an siktiğimin müdürünü koruyan elemanlar olmasa etrafında.. Ah onlar bir olmasa!


Çadırlar bölgesine götürülürken “İyi bari en azından çadırlarda dinlenicez” diye düşünerek sinirimi biraz da olsa yatıştırmayı başarmıştım.. Keş yanımda yürürken ara ara bana bir şeyler söylüyordu, başımla belli belirsiz onaylayıp “He” dedim geçtim hepsine.. Törende konuşmaya başladık diye aramızdaki husumetin bittiğini düşünüyordu.. Tamam eski husumet bitti ama yenisi başladı.. “O kaybolmuşlukta birbirimizin acısını göremiyorduk..” demiştim ya, tam da bu yüzden “Belki onun da benim göremediğim acıları vardır” diye düşünerek tavır almaktan vazgeçmiştim.. Nasıl olsa bu akşamüstü evine gidecekti, giderayak kalbini kırmaya gerek yoktu..


Çadırlar bölgesine vardığımızda, bayılan öğrencilerin çoğu ayıltılarak revirden çıkarılmıştı.. En kıdemli idareci “Hayatımda bugünkü kadar utandığımı hatırlamıyorum.. Yüzümüzü kara çıkardınız, umarım mutlusunuzdur!” diyerek eliyle “gidebilirsiniz” işareti yaptı.. Allah’ım kafayı yemek üzereydim; 15-16 yaşındaki çocukları bayıltana kadar güneş altında bekletip, hazırlattıkları tuzlu suları içmemize müsade etmedikleri yetmezmiş gibi, şimdi de beyinsiz beyinsiz trip atıyorlardı… Bir an kendi hayatımı düşündüm, acaba nasıl hissederdim benim de en büyük utancım sorumlu olduğum öğrencilerin bayılması olsaydı? Hayat mı lan o! Neyse yaa zaten son haftaya giriyoruz, şunun şurasında bir hafta daha sıkıcam dişimi..


Çadırıma girer girmez hemen üstümdekileri değiştirdim, bildiğin derime işlemişti kızgın kumaş.. Altıma donsuz da giyilebilen şu deniz şortlarından birini geçirip, mataramda kalan tüm suyu bir dikişte bitirerek uzandım kampetime.. Çarşafın sırtıma ve bacaklarıma serin serin değişi bütün o sıcağı unutturmuştu.. Çadırlarımızın içi de sıcak oluyordu gün boyu ama en azından güneş altında beklemek kadar yakmıyordu bu sıcak.. Gözlerim üzerime çöken yorgunlukla hafif kapanmış şekilde çadırın tavanındaki “Welcome to the Hell.”e bakıyordum; bunu yazan öğrenci ne yaşamıştı da bunu yazma gereği duymuştu acaba? Tamam cehennemdi burası ama neden sadece bir öğrenci yazmıştı bunu, üstelik okul malına zarar vermekten ceza alma riskine rağmen.. Mayışmış bir şekilde kampetimde uzanırken o öğrenciyi düşünmeye başladım.. Kafamda milyon senaryo dönüyordu; bazılarını “Yok yaa bundan dolayı yazmış olamaz” diye çöpe atarken, bazılarını da “Harbiden haa mantıklı aslında bu” diyerek kenara ayırıyordum.. Bir saati sikmişimdir bu şekilde.. En sonunda iki senaryoda karar kıldım.. Biri aşk acısı, öbürü aile dramı.. Aşk acısı senaryomda çocuğu pazartesi günü sevgilisi tarafından terkedilmiş farzettim, ve o terkedilişin ardından kızın yanına gidip hesap sormak için cumartesiyi beklemeliydi ama gel gör ki ceza aldı ve telefonu da çalındı.. Evet “aşk acısı” demiştim ama ben onu “yoğun hazımsızlık” olarak değiştireyim.. İkinci senaryoda ise O’na yıllardır ikinci annelik yapan o nur yüzlü komşuları vefat ediyor.. Çocuk annesiyle konuşurken annesinin sesinden bir arıza olduğunu çakıyor ama üstelemiyor.. Annesiyle konuştuktan sonra kardeşini arıyor.. Kardeşi biraz fikirsiz (tıpkı ben) ve pat diye söylüyor komşuannelerinin vefat ettiğini. Bunun üzerine çocuk idareye gidiyor, gitmesi gereken bir cenaze olduğunu bildiriyor.. İdare “Neyin oluyor vefat eden kişi?” diye soruyor.. “Komşuannem” diyor çocuk.. “Yakınlık dereceniz?” diye yineleniyor soru.. “Doğduğumdan beri dip-kapı komşumuz.” diyor çocuk.. “Akrabalık dereceniz?” diye tekrarlıyor idare.. “İkinci annem..” diyor çocuk dudakları titreyerek.. “Allah rahmet eylesin fakat yönetmelikler ortada, bu durumda sana izin verme yetkimiz yok.” denerek geri yollanıyor çocuk.. El mahkum, göt gardiyan geri dönüyor zavallım çadırına.. ve o sinirle bu okula, bu kampa, bu dünyaya geldiğine bin pişman yazıyor tavana “Welcome to the Hell.” diye.. O sondaki nokta da “pes ettiğini” anlatan nokta..


Aile dramı senaryoma aşık olmuştum, kafamda abartıp abartıp duruyordum.. O kadar abartmışım ki gözlerim yine dolu dolu olmuş, ayağa kalksam etrafı sele boğacak hale gelmiştim.. Birden Keş “Hop, Anıl?” diye uzattı kafasını çadırdan içeri.. Aniden ona doğru dönünce, gözlerimde biriktirdiğim ne varsa yanaklarımda harcadım.. Keş yüzüme “Naptım ben şimdi” der gibi bakıyordu..”Burdayım, hayırdır?” dedim sadece.. “Sigara içelim mi?” diye sordu.. “Tamam gel içeri” dedim.. “Yok oğlum yaa, şimdi idaredekiler dolaşıyor çadırlar arasında, hem güneşten dolayı çadırdan çıkan dumanlar görülür..” dedi.. Kendi yazıp kendi yönettiğim ve sadece yarı kapalı gözlerle izlenebilen o dramdan anında sıyrılıp ayağa kalktım.. “E hadi gidelim o zaman” dedim. Keş’in çadırın girişinden çekilmesini bekliyordum.. “İyi de böyle mi geleceksin” diyerek gülümsedi Keş. Üstüme baktım bir şey yoktu, ama en azından şortum altımdaydı.. “İyi yaa, dur şurdan bi tişört alayım” diyerek az kullanılmışlardan birini seçtim..

Yorumlar