Bölüm 118

Sırık’ın olaya daha “insani” açıdan bakması, benim de Sırık’a daha “insani” gözle bakmamı sağlamıştı.. Bu çocuk düşündüğüm gibi herkesleşmemişti henüz.. “İnsanı et, eti de meze” olarak gören tayfadan değildi.. “Sırık haklı beyler yaa, amma abarttınız haa; sanki am sikince bütün dertleriniz bitecek!” dedim.. Tuborg iki elini havaya kaldırarak “Valla benim bitecek” dedi. Yine hep beraber krize girerek gülmeye başlamıştık.. Arkadaş gruplarında ve de grup sohbetlerinde “ortak ciddiyeti” yakalayabilmek çok zordu.. Ciddiyet; daha çok “paylaşılan yalnızlıklar”ın müşterek zaruretidir..


Yaşama arzusuyla doluyduk.. Neşelenmek için “söz”lere ihtiyacımız yoktu bizim, “ses”ler yetiyordu.. “Söz”ler uçucuydu hem, biraz da yakıcı.. Kimi zaman konduğu yerden uçar; zaman zaman da konacağı yere doğru.. Uçtuğu yer kızgınsa, konduğu yer pişmandır sözlerin.. Her zaman mı? Hayır tabii ki.. Uçtuğu yerden de kızgın olabilir konduğu yer.. O zaman mı? Yaşama arzusuyla, ölümün çarpıştığı yerdir dünya.. Ölümü hep hatırlarız.. Peki ya ölüme neden karşı koymaya çalıştığımızı? İşte bunu unutturur, o “uçtuğu yerden kızgınına konan sözler”..


Akşam için eve gidip duş alıp giyindik.. İlkokuldan bu yana tanıdığım arkadaşımı ve de kuzenini aradım. Çocukluk arkadaşlarım bana “pezevenk” demesin diye açık açık “Bak buluşcaz ama baştan söylüyorum, benim arkadaşlardan ikisi çok abaza.. Sevişmek sevişmemek size kalmış ama ben sevişmeyin derim” dedim.. Hayır yani kalkıp “aşk meşk” olaylarına dalıp ayrılırlar da acı çekerler falan, sorumluluk almamak en iyisi.. Sikmeyeceğim götün altına girmem arkadaş! Sonra iki tarafın da dırdırını dinleyip geceler boyu kafanı salla dur… Yok yok, cidden ne akarım ne kokarım!


Bu sefer ilçenin farklı bir plajında oturduk.. Poşet poşet biralar, buz gibi bir kumsal ve de dört erkek iki kız.. Sırık’la ben “karı” derdinden çok “muhabbete insan” aradığımızdan şartları zorlayıp tanımadığım hatunları davet ettirmemiştim.. Gecenin ilerleyen saatlerinde Efes’le Tuborg’a gündüzden çok büyük haksızlık ettiğimi anladım.. Aslında onların da ihtiyacı olan şey “kendilerini anlatmakmış”.. Kendilerini yeni tanıdıkları birilerine anlatıp, farklı şeyler dinlerken o kadar mutluydular ki; muhabbet bir an bile “duygusal”a kaymadı..


O an anladım ki iki farklı “biz”dik.. Biz bizeyken olduğumuz “biz” ve bizden başkalarıylayken gösterdiğimiz “biz”.. İlk “biz”i; bizi asla yargılamayacak olanların, “biz”den olanların yanında açıyor insan.. İkinci “biz”i ise, bizim öyle olmadığımızı gösterme ihtiyacı duyduğumuz “siz”lerin karşısında seriyorduk kumsallara, masalara… Bize lazım olan “biz” ile “siz”den kabul görecek “biz” çok farklıydı.. Beraber olacağım insanın, “bana” karışarak “ben”i “biz”leştirirken; hangi “biz”ini kendime katmak isterdim bilemiyorum.. Önce “biz”den taraf mı yoksa “siz”den yana mı olduğumu seçmeliydim.. “Biz”in samimiyeti “siz”de yoktu ama “siz”den gelebilecek tatlı sözler de “biz”den uzaktı.. Yok mu bu “iki” kelimenin “bir” ortak noktası? Var elbet, var tabii.. “İz”ler ortak iki kelimede de; bİZ de iz bırakır, sİZ de… İz bırakırlar bırakmasına da, o iz ne “biz”e karışır ne “siz”e bulaşır.. O iz bir “sen”de kalır, bir de “ben”de.. Neden hala “biz”den sakındığını “siz”e katmaya çalışır ki insan ve de “siz”den geleni “biz”e yormaya? Hayat “çoğul”, yaşamak “tekil”.. Kalkmış insanların “ben”cilliğinden şikayet edip duruyoruz “sen”ce diye sorup dururken.. Aynı kazanda kaynıyoruz hepimiz, aynı kazanda kaynıyoruz kaynamasına da… Farklı yerlerimiz yanıyor.. ve “sen”i bir saatte pişiren, “ben”i on dakikada küle çevirebiliyor..


Midem yanıyordu sigara ve alkolden.. Ben ne sigarayı suçladım, ne de alkolü.. Midemi suçladım “Yanacak ne var!” diye.. Alkolü suçlasam “içme diyecekler”, sigarayı suçlasam “söndürecekler”.. Var mı “Off kes de at şu mideni artık!” diyebilecek olan?


Ve bir bira daha “pıssst!”lattım “ben”im poşetten; “BİZ”im sağlığımıza, “SİZ”in şerefinize, “O”nun aşkına içtim..


“Piişşşşt!” diyerek göz kırptı çocukluk arkadaşım.. “Efendim..” diyerek gülümsedim.. “Hatırlıyor musun her gece nasıl da koşardık rüya gibi gemileri dürbünle izlemek için bizim evden sizin terasa?”..


Hatırlamaz olur muyum… “Biz”im olmayana duyduğumuz o “özlem”in çocukluğuydu bu.. Tek merceği kırık olduğu için, oküler taklidi yapan bir dürbünün arkasında birbirimizi ite kaka izlerdik; ışık ışık, Marmara’dan Ege’ye, akan o gemileri.. Şimdi çocuk olmak vardı, yeniden başlamak.. Bugüne kadar sustuklarımı en başından haykırmak.. “Ne oldum?” demek nasip olmadı hiç, ama insan “Ne olurdum?” diye düşünmeden edemiyor.. Ne olurdum? ya da nerde?..


Annesi çok güzel dondurma yapardı evde.. Ve de filtre kahve.. Kahveyi sütsüz içtiğim yıllardı.. Henüz karanlıktan korkmadığım günler.. O yüzden kahveyi bile karanlık içerdim, sütle aydınlatmadan.. Hayat henüz bu kadar acı değildi.. Süt katmadan da güzeldi tatlar.. Ne zaman kaçtı ki tadımız bizim? “Sen”in baktığınla “ben”im gördüğüm ne ara bu kadar ayrı düştü?


“O dürbün hala duruyor mu yoksa?” dedim dirseklerimden destek alarak geriye doğru uzanıp.. Gülüyorduk çocukluğumuz akarken yüzlerimizden; evet o dürbün hala duruyordu..


“El ele tırmandığımız o bayraklı tepeyi hatırlıyor musun?” dedim.. Gözlerimizden yaşlar gelerek gülmeye başladık.. Kısa yokuşları bile birbirimize tutunarak aştığımız günlerdi.. Ne ara unutur insan “yalnız” tırmanılamayacağını? Çocukken kolayca tuttuğumuz o eller ne ara “el” olmuştu ellerimize?


Yardımlaşmayı “sikiş”e yoran bir zihniyetin kurbanı olmuştu “sevgi”lerimiz.. “El ele geziyorlar, acaba aralarında bir şey mi var?”lar utandırmıştı ellerimizi.. “Sarılmak” güzeldi, taa ki “Ayıp!”ları tarafından sarılana kadar.. “Yetişkinler” yönetti “çocukluklarımızı”; iktidar bu mu? Ellerimizi yalnızlaştırınca ne geçti ellerine?


Hayatımı sikmişsiniz, ruhum duymamış.. Orospu çocukları!


Beni “kirlenmişlikle” suçlayanlar… Sorsam hepinizin tertemizdir vicdanı.. Tertemiz, evet kesinlikle tertemiz. Hiç kullanmadınız ki!.. Nasıl kirlensin?


Benim sırtımı sıvazlarken, kızı “orospu” diye andılar.. 9 yaşında bir kıza “orospuluğu” yakıştırdılar.. Öyle güzel “orospu” dediler ki.. ve öyle “ağız dolusu”… Sıçamadım ağızlarına.. Ağızları zaten bok doluydu!


Yakınlaştığım kızlar tek tek “orospu” edilirken, bedavaya sikildi arkadaşlıklarım.. ve gecenin bilmem kaçında, burada, bilmem kaç bira sonrasında, bilmem kaç yıl öncesine duyduğumuz özlemi paylaşıyoruz.. “Bilmem kimlere” nasıl sövsem de iyileşsem?


“Zaman iyi gelir!” diyorlar o sikine sıçtıklarım!


Zaman iyi gelmiyor.. Zaman sadece geçiyor.. Öyle bir geçiyor ki, neydi o geçen diye arkana dönüyorsun ve bir bok göremiyorsun..


ve böyle böyle “üç nokta”ya teslim oluyor yaşanmışlıklar. Sana bin “ah” kalıyor.. Senin “ah”ını da bine bölüyorlar.. Bir “ah”ın binde biri kaç “ah” eder ki?


Yanmış mıdır canları? Tutmuş mudur bir “ah”ın binde biri onlardan birini?


“Yaşadıklarından” yola çıkarak seni “yaşamamaya zorladıkları” şeyler?… Nasihat mi ne diyorlar tüm o baldırı çıplak emrivakilere.. Bana, ben istemeden, verebileceğiniz bir bu mu kaldı?


Kalbim… Hayatımdan sürgün edilen herkes orda.. ve ben çocukluk arkadaşımla “karanlık”tan başka bir şey paylaşamıyorum.. Işıklı sokaklarınızda “bir gören olur” da…..


Duyun amına koduklarım! Görün lan! Şu an çocukken “elimi tuttuğu” için ağız dolusu “orospu” ettiğiniz kız iki metre arkamda çömelmiş işiyor… Öyle güzel ve öyle rahat işiyor ki, gülüyorum.. Evet gülüyorum.. O “orospu” hala benim kardeşim ve “el ele” tutuşturmadığınız o iki “çocuk” şu an sırt sırta işiyor..


Başaramadınız.. Yine haksız çıktınız.. Susun artık! Susun da “bu ibne” çocukluğunu dinlesin “o orospunun” ağzından..


Bir dünya.. Alayı “orospu çocuğu”, tamamı “götveren”…


ve iki insan.. Biri “orospu”, diğeri “ibne”…


***


Bu bölümün medyasını bir kere de benim için izledikten sonra bir önceki bölüme dönün ve o şarkıyı bir daha dinleyin, ve bir daha, sonra bir daha; ardından bu bölümü yeniden okuyun…


ve bu bölümün medyasını yeniden izleyin..


ve o şarkıya geri dönün..


ve lütfen “susmadan önce bir kez daha düşünün”.


Susmayın ki yüreğinize kanımız sıçramasın!..


Susmayın…


Anlatın onlara…


Yorumlar