Bölüm 175

Bir önceki gece uyumadan önce kendi çapımda delikanlılığın dibine vurmuş, ertesi gün de o dipten bir avuç “En iyisi bir şey olmamış gibi davranmak”la çıkmıştım.


Çünkü bu aşamada hesap sorar gibi “Senin derdin ne oğlum?” diye karşısına dikilmek; bizi “kazananın olmayacağı” bir çekişmeye sürükleyebilirdi.. ya da karşısına dikilip “Sorun”un ne olduğunu sormak ikimize de kazandırabilirdi.. veya kaybedebilirdik de.. O sorsun önce!


23 Nisan çocukları gibi “taptap” ayaklarımı yere vura vura indim kahvaltıya.. Öyle bir “Ben haklıyım!” moduna sokmuşum ki kendimi, kimsenin yüzüne bakmıyorum.. Önümdekileri atıştırırken bir an Keş’le göz göze geldik yine; onun bana pis pis bakmasını beklemeden gülümseyip iki gözümü de kırpıştırdım.. Başını önüne eğip hafiften sırıtmaya başladı.. Kahvaltı sonrası kahvemi içerken yine göz göze geldik; burnumu kaşıyormuş gibi yaparak orta parmağımı gösterdim.. Yine sırıtmaya başladı.. Fincandaki son yudumu da alıp ayağa kalktığımda eliyle “bi dakka” diye işaret yapıp; yemekhane dışında onu beklememi istedi..


Nasıl heyecanlıyım var ya, sanırsın yarın “Tatilya”ya gidiyoruz! Yanıma geldiğinde “Günaydın” dedim gülerek; “Günaydın” dedi yorgun bir sesle.. Sabah sabah hiç bir zaman birbirimize söylediğimiz ilk sözler “Günaydın” olmamıştı; bir tuhaf hissettim kendimi.. “İnsaf yaa, benden erken uyudun ve hala uykulusun” dedim merdivenleri çıkarken.. Hafif sesini alçaltarak “Sen de erken uyudun; ama bir farkla… Ben kendi yatağımdaydım, sen değil” dedi.. Dilim götüme kaçtı! Hayır, benim biriktirdiğim yaşanmışlıklar henüz böyle bir durumda verebileceğim yedek yanıtlar sunmamıştı bana; o yüzden ne diyebileceğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu.. “Yok, sana bakmaya geldim ben orda..” dedim üzgün bir sesle.. “Haa, baktın beni bulamadın.. Boş da dönmek istemedin sanırım” dedi önüne bakarak.. Muhabbet yine boka sarıyordu.. Ben “Saçmalamasana abi! Seninle bunu konuşmadık mı amk! Yeter lan, kaç oldu bu lan kaç oldu! Ben sana siktiğin amların hesabını soruyor muyum!” derken “Dur orda! Orda bir dur önce!” diyerek sözümü kesti ve ekledi “Ben de sana siktiğin amların hesabını sormuyorum” dedi.. “Kusura bakma abi, herkesin yediği kendini ilgilendirir!” dedim.. “Haa demek yiyorsun! Bak sen yaa!” diyerek tısladı, bir yandan da kolumdan sıkıca tutmuş; dediklerini tamamen anlamamı bekler gibiydi.. “Am sikmeden durabilir misin?” dedim sakin bir sesle.. “Nasıl yani? Nerden geldik oğlum buraya, o başka.. Hem ne gerek var durmama ki?” dedi kafası karışık. “Soruma yanıt ver sen önce; am sikmeden durabilir misin?” dedim gözlerimi aça aça.. “Bilmem.. yani.. Duramam oğlum..” deyip sustu.. “İyi öyleyse, ben de göt vermeden duramam.” diyerek kolumu elinden kurtarıp merdivenlerin diğer tarafından çıkmaya devam ettim..


Öfkesini ensemde hissedebiliyordum.. Hala iki adım geride “Ya ne alaka lan! Onla bu bir mi!” deyip duruyordu.. Son bir sinirle arkama dönüp “Sırf sen çay seviyorsun diye ben de çay içmek zorunda değilim abi! Sen çay içmeden duramıyorsun, ben kahve içmeden.. Anladın mı? Ara ara sen benim için kahve içerken, ben de kendi iyiliğim için çay içiyorum. ama hiç bir zaman çayı, senin kahveyi sevdiğin kadar sevemedim.” diyerek, kendi kısmımın olduğu koridora girip, koşar adım kitap dolabımın önüne vardım.. Arkamdan yetişip “Çay, kahve?” dedi; “Am, göt?” dedim.. “İyi de mal! Senin sevdiğin göt mü amk!” diye çıkıştı; “Verdin de sikmedik mi!” diye fısıldayarak son bir bakış attım ve kısma girip oturdum.. Arkadan küfrede küfrede kendi kitaplarını bulmaya çalıştığını duyabiliyordum..


İnsaf be insaf! Aynı yerde uyuyoruz, aynı yerde uyanıyoruz, aynı yerde yemek yiyoruz, aynı tuvaletlerde sıçıyoruz, aynı duşlarda yıkanıyoruz, aynı dersleri görüyoruz, aynı hocaların yüzüne bakıyoruz, aynı şeylerden ceza alıyoruz….. Bu kadar “aynı”yken yine bir yolunu bulup “ayrı” düşebiliyoruz! Yuh amk!


Dersler boyunca tırnaklarımı kemirdim durdum.. ET’yle Bebe nöbetleşe elime vurarak “Yeme şunları artık” diye tıslayıp duruyordu.. Durup durup aklıma “Am sikebilirsin ama göt veremezsin” mantığı geliyordu!.. Nasıl bir mantık abi, nasıl bir kafa bu! Sikmiyorum lan! Am sikmiyorum! Nefesim kesilene kadar çıldıra çıldıra göt vericem sanane! “Am sikmeden durabilir misin?” diyorum uzlaşmak için; “Duramam” diyor sikik! Sen am sikmeden duramazsan ben de çatır çatır göt vermeden duramıyorum işte! Bu kadar basit abi! Her sorunumuzu çözdük; geriye sadece “sikişilebilecekler listesi hazırlamak” kaldı.. Çünkü çok “tamamız” ya; tek sorunumuz bu.. Bunu da çözersek dört dörtlük olacağız!


Derslerden sonra ortadan kaybolup soluğu kütüphanede aldım.. Koğuşlarda karşılaşıp da kavganın devamını getirmeye hiç halim yoktu.. Hem bu kavganın devamı gelirse olacak şey; “Siktir git lan!” ile “Asıl sen siktir git amk!” arasında olanla aynıydı.. Limitimi doldurmuştum, sabır da bir yere kadar lan it! İki sayfa kitaptan okuyorum, iki bin sayfa Keş’e sövüyorum… Karşılaşırım diye kantine bile girememiştim.. Kitap okumaya çalışarak akşam yemeğine kadar vakit geçirip, ayaklarım geri geri giderek yemekhaneye girdim.. Yemek boyunca ara ara benimle göz kontağı kurmaya çalışıyordu ama o tarafa bakmamak için direniyordum..


O tarafa bakmadan, onun benimle göz kontağı kurmaya çalıştığını nereden anlıyorum değil mi? Siz hiç önünüze bakarak yürürken yanınızdan geçen birinin ne yaptığını farketmediniz mi? Ben hep farkederim; sanırım gözlerim pek bir panoramik.. Bir nevi “algıda seçicilik” olayı..


Yemekten sonra hiç sigara içmeden doğruca etüde girdim.. Etütten sonraysa yat yoklamasına kadar kitap okuyarak kısımda takıldım.. Nöbetçi gelip de “Hadi kısımları kilitlemem lazım, birazdan yoklama alınacak” dediğinde “Haa, peki.. yani tamam” diyerek dalgın dalgın yerimden kalkıp koğuşlara geçtim.. Dolabımın önünde aceleyle üstümü değiştirip, üstümden çıkarttıklarımı düzenli bir şekilde dolaba asarken; koğuştan Kurt “Anıııııııl! Anıııııııl! Abi gel bak noldu” diye bana sesleniyordu.. Bir anda kapıdan içeri bakıp elimle “Tamam geliyorum” diye işaret ederek susmasını sağladım.. Keş çoktan koğuşundan çıkmış yanıma gelmişti bile.. “Hmm?”ladım soru sorar gibi.. “Bakıyorum da yeni birilerini bulmuşsun, hayırlı olsun.” diyerek sırtımı sıvazlayıp tuvaletlere gitti.. Beynim nasıl yanıyor nasıl su kaynatıyor anlatamam! Allah’tan kesici ve delici alet bulundurmak yasak bu okulda! Yoksa bağırsaklarını deşicem piçin!


“Ne var abi ne!” diyerek Kurt’un yanına vardım; “Önemli bir şey değildi oğlum yaa ne atar yapıyon…” diye tavır alınca; “Yaa kusura bakma, bugün pek sigara içmedim.. O yüzden biraz gerginim” diyerek gülümsedim ve “Cidden sana karşı bir şey değildi abi” diyerek omzuna vurdum.. “Haaa, desene oğlum yaa” diyerek güldüğünde içim rahatlamıştı.. Yoklamaya kadar Kurt, Çak, ben, Bebe, ET karşılıklı iki yatağa oturmuş şekilde makara yaptık.. Yoklama alındıktan sonra nöbetçi hoca bizim katı terkeder terketmez koğuştan fırlayıp kat girişine doğru koşturmaya başladım.. Arkamdan Keş “Pşşşt! Nereye oğlum!” diye seslenip ıslık öttürünce, yanıma kadar gelmesini bekledim ve “Sıradakine.” diyerek dönüp merdivenlerden aşağı indim..


Bu gece Pan gecesiydi!


Pan’ın eski katına indiğimde Tuborg tuvalete sigara içmeye gidiyordu.. Bana “Ooooo Anıl Bey; krallığımızı ziyarete gelmeniz ne hoş!” diyerek karnıma hafif bir yumruk attı; bilmiş bilmiş, “Ben cumhuriyete inanırım, krallığınızı yıkmaya geldim” diyerek aynı şekilde yumruk atıp “Sigaran var mı la?” diye sordum.. “Gel amk gel la fakir piç! Meteliksiz demokrat!” deyip koluma girdi ve tuvaletlere sigara içmeye girdik.. Sigaraları içip ağzımıza birer parmak diş macunu koyarak suyla gargara yaptıktan sonra Pan’ı beklemek için etüt odasından koridora iki sandalye çekip oturduk.. Keş’ten 12 puan yüksekti benim disiplin puanım, tedbirsiz davranıp onun gibi yakayı ele vermek istemiyordum.. Zaten hali hazırda çekilmesi gereken üç haftasonu’luk bir cezam var bekleyen…


Pan’ı beklerken Tuborg’un walkmaninin radyosunda “İstanbul İstanbul olalı” çalıyordu bangır bangır.. Kulaklıktan bile duyulabiliyordu şarkı.. O an karnıma bir ağrı saplandı.. İstanbul’u özlemiştim.. Çocukluğumdan beri bir ayağımız İstanbul’daydı sürekli; eş, dost, akraba vs ziyareti derken en az ayda bir kez giderdik.. ve bu şarkı İstanbul kokuyordu, buram buram, iç burkan bir kokuydu bu..


Keş’le ben de İstanbul gibiyiz çoğu zaman.. İstanbul kadar karışığız ve İstanbul gibi iki yakası bir araya gelmeyen….. Ah be çocuk! Ben seninle İstanbul kadar ve İstanbul gibi olmak istemiyorum.. İzmir güzel, İzmir anlar, İzmir bizim, İzmir dinler…


Karnım ağrıya ağrıya bu şarkıyı dinlerken kat girişinden bizim Pan belirdi; yine ajan gibi tetikte ve her an bir yerlerden bir katil üzerine atlayacakmış gibi yengeçlemesine yürüyordu.. Bir “dost”un yürüyüşü bile insanın içini ısıtır mı? Bu yürüyüşü benim içimi ısıtmakla kalmamış, kafamı günün tüm karmaşasından çekip almıştı.. “Naber lan piç!” diyerek enseme bir şamar gömdü.. “Dur bakalım orda duuuuur! Seninle konuşcaz daha..” diyerek ayağa kalktım; Tuborg’la selamlaşmalarının bitmesini bekleyip, ardından “Hadi gel senle biz bi sigara içelim” dedim.. “Hadi gel” diye gülerek belindeki açılmamış camel pakedini gösterdi.. “Adamsın adam!” diyerek kolumu omzuna atıp bir makas aldım.. “Sikerim la sakin! Daha gece uzun” diyerek göğsümü çimdirip koşarak tuvalete daldı.. “Yavaş ol amk kafa göz dalcan şimdi lavabolara” diye gülüyordum.. “Lavabolar yine iyi, pisuvarları öptüğümü düşünsene” diyerek yarıldı.. “Pisuvarların önünde deme böyle şeyler, iğrendircen zavallıları” diyerek nefesim kesilircesine gülmeye başladım..


Kendi dediğime değil, o an Pan’ın surat haline gülüyordum.. Dudakları dua eder gibi kıpırdanıyor ama söyleyecek bir şey bulamadığından otuziki diş sırıtmaya devam ediyor.. “O bu değil de; geçen akşam bana Çarşamba görüşürüz deyip kaçtın.. Kantinden bekliyorlardı herhalde?” diyerek uzattığı sigarayı aldım.. “Yok be oğlum! Bizim diğer sınıfta kalanlar sürükledi ben dönerken yolda karşılaşınca.. E madem gördün, uğrasaydın ya sik kafalı!” diyerek kendi sigarasını yakıp çakmağı uzattı.. “Ne bileyim la, adetliydim o gün ondan pek canım istemedi” diyerek sigaramı yaktım.. İkimiz de çektiğimiz dumanı yuttuğumuz için aksıra tıksıra gülüyorduk.. “Ulan sikicem! Kaç kere bir şey söylemeden önce yediğim, içtiğim bir şeyler var mı bak bi diye söylicez sana!” diyerek sağa sola tükürerek gülüyordu.. “Lan bok! Senin ağzının boş kaldığı mı var!” dedim; “He amk; senin adetli olmadığın gün sayısının sıfır olduğu gibi” diyerek iki kabin öteye kaçtı.. “Götlüğün bile bir sınırı var ama senin yok..” deyip kafamı iki yana sallayarak, o bana söylediği lafı kardeşime iade ettim; borçlu kalmayım diye..


Gece boyu yine beş güldük, bir saydık; sonra beş daha gülüp, bu iki oldu dedik.. Sevinçten kuduruyordum; kaç haftadır ilk kez beraber sabahlıyorduk..“Bir daha hiç bir zaman o günlere dönemeyeceğiz” diye düşünürken, yine o çıkagelmişti “Daha güzel günler yaşamak varken, eskilere dönmek isteyen kim” der gibi; hem de en ihtiyacım olan gecede..


Belki hayatlarımızdaki insanlar da ikiye ayrılıyor.. Kimisi sevişmelik, kimisi sevişmelik..


Pan’la bana da, az daha, “Niye bana söylemedi? Niye beni çağırmadı?” mantığı kaybettiriyordu..


“Niye ben sormadım? Niye ben selam vermedim?”


İlk “hamle”yi karşı taraftan bekleme kuralı bir tek “satranç”ta geçerli.. Onda da taraflar “siyahlar” ve “beyazlar” olarak ayrılıyor.. Bizim renklerimiz de bu kadar zıt mı? Yani insanı insandan ayıran özellikler…… Bence hiç de değil; hayat “renk renk” diyorlar ya; “renk renk” olan hayat değil, insanlar.. ve renkler zıtlaşmaz, renkler karışarak başka başka renkleri oluştururlar.. Hayat da bu renklerin arasında olanlar….


Hayat, “Sen” ile “Ben” arasında birikenler..


Hayat, “Ora” ile “Bura” arasında gidip gelirken..


Hayat, “Bir varmış” ile “Bir yokmuş”…

Yorumlar