Bölüm 162

Söylesin biri… Söylesin daha ne ister hayatında bir insan?


Çocukken bir kaç defa Tatilya’ya gitmiştim.. Hani şu İstanbul’daki bir zamanların kapalı lunaparkı; devasa bi şi.. Envai çeşitte makinelerle donatılmış, çocukların rüyalarını süsleyen ne varsa bu lunaparkta yerini bulmuştu.. Her “Yarın Tatilya’ya gidicez”den önceki gece uyku tutmazdı.. ve orada geçirdiğim o “Bir günlük sınırsız eğlence”lerden her dönüşümde yorgunluktan bayılacak gibi olurdum.. Ertesi gün uyandığımdaysa, bir önceki günün “dolu dolu”luğundan sonra o yeni gün bana “bomboş” gelirdi.. Sokaklar bile ıssızlaşırdı gözümde..


Kuru ekmekle günü geçirmeye alışmış birini ziyafet sofrasına oturtursan, ertesi gün o kişi elindeki kuru ekmeğe şükredeceğine, küfreder.. İşte benim “Tatilya” maceralarımın sonu da hep bu “küfretme” kıvamındaydı; normalde beni mutlu eden her ne varsa boş gelir ve düşünebildiğim tek şey “Oraya her haftasonu gidebilen şanslı çocuklar” olurdu.. “Hiç gidemeyen şanssız çocuklar”ı aklıma getiremeyecek kadar şükürsüzleşirdim..


Keş’e karşı da bu şekilde şükürsüzleşmemek için elimden geleni yapıyordum..


Çünkü beraber geçirdiğimiz o “dolu dolu” haftasonundan sonra, bana uzaktan bakıp hafif gülümseyerek verdiği selamlar bile yetersiz gelmeye başlamıştı.. Oysa ki bir selamını dilendiğim günlerim henüz “geçmemiş bir geçmiş”ti.. Öyle bir vıcık vıcık olmuşuz ki, ders aralarında göz göze gelmesem kendimi eksik kalmış hissediyordum.. “O benimmmm, sadece benimmmm” modunda, başlardaki Gollum hallerime bağlamıştım yeniden.. Utanmasam teneffüslerde bile “Pşşşt gelsene bi sigara içelim kabinlerde” diyerek göz kırpacağım.. Tamam lan! İtiraf ediyorum, ben utanmadan “gelsene gelsene” diyordum demesine de; Keş utanıyordu.. Bana “Oğlum saçmalama lan bekle bari dersler bitsin” diye kaş göz yapmaktan yüzü kırışmıştı zavallımın..


Bu arada Pazar akşamı Pan yanıma uğradı.. Kardeşimi görünce tellerim güldü.. Yine her zamanki gibi telaşlı halleri ve yengeç yengeç yürümeleriyle benim kısma girip “Pşşşt pşşşt”lemişti.. “Gelsene oğlum ne bakıyon ordan” diyerek kalktım yerimden.. Bana iyice yaklaşıp belindeki üç paket sigarayı gösterdi “Sana getirdim bunları, al hadi çabuk” diyerek.. Kafa kafaya vermiş şekilde sırtımızı kısımdakilere dönerek gizlice alıp belime yerleştirdim sigaraları… “Eeee bu üç paket yetecek mi bize bu hafta?” diye sordum.. “Onlar senin, benim de üç paketim var.. N’olur n’olmaz buluşamayız diye falan…” diyerek başını eğdi.. Bu “ayrı-gayrı”lık koyuyordu, hem de çok.. Kardeşim yanımda olmayınca sigara bile çok yavan geliyordu.. Çok defa teneffüslerde sigara içmekten, sırf “O şu an içmiyordur, O olsa derslerin bitişini beklerdim..” diye düşünerek vazgeçtiğimi biliyorum.. Sikmişim böyle kaderi.. Sikmişim lan!


Yok, yok! Kadere küsme yoksa seni kırar…


Kırılırsam kırılırım lan!.. Kırılan şeyler hakkında önüne gelen bir şeyler söyledi durdu.. Neymiş efendim, kırılan vazo yapıştırılabilirmiş ama ya kırılan kalp? Efendime söyleyim; kırılan vazoyu yapıştırıp yerine koyabilirmişsin ama en azından sen bilirmişsin onun kırık olduğunu… Ebenizin amı lan! İnsan; “vazo”ya benzetebileceğiniz bir varlık mı? Kırılan insana ne olur ben söyleyim size: Kırılan insan çoğalır.. Onlara, yüzlere, binlere çoğalır.. Bölündüğün her pare ayrı bir sen olur.. Her kırılışında, bir cevap birikir hanende.. ve aynı yerden, aynı şekilde, iki kere kırılamazsın; çünkü birikmiş cevapların vardır.. İroniktir ama aynı yerden, farklı yönde, bir çok kez kırılmak mümkün.. Enine kırılırsın… Boyuna kırılırsın… Çaprazlamaya kırılırsın… Kırılır da kırılırsın.. Kırıldıkça çoğalırsın, “bir”den geçer “çok” olursun… Artarsın; öyle güzel artarsın ki, artık cümlelerin bile “artık” diye başlar.. Kırılmak güzeldir be abi.. Ne kadar kırılırsan o kadar “kırılmaz” olursun.. Kum gibi, kum kadar kırılmaz.. Camı kuma döndüren “kırılmak”, seni de özüne döndürür.. O yüzden ben hiç korkmadım kırılmaktan.. Kırılınca üzülmedim demiyorum.. Sadece korkmadım.. Özüne dönmekten, çoğalmaktan korkmamalı insan.. Beni yabancılaşmak, azalmak korkutur.. Kafa karışıklığımın başladığı evreydi bu: Beni bana ancak “biz olmak” yabancılaştırabilir.. Beni yine o “biz” onararak, her parçamı bir araya getirip, “çok”ken, “bir”leştirebilir.. “Kırılmaz”dan geçip “Dokunmayınız! Kırılacaklar var!”a varmaya değer mi peki o bir “biz” için? Bana “ben”den öte bir “sen” lazım; lazım olmasına lazım da, “Sen”i “ben”den öte yapan, “ben”i “sen”den beri kılmaz mı? O “biz” için hep mi “ben”i hiçe saymam gerekecek amk!


Kardeşimle “biz”.. Arkadaşımla “biz”.. Annemle “biz”…. Sevdiğimle “biz”.. Onunla “biz”..


Cesur olan beride kalıyor be abi.. Baksana; şu “biz”li cümleleri “onlar”dan biri kurmaya cesaret etse, o cümleler hep Anıl’la başlayacak.. Anıl’la “biz”… Anıl’la “ben”.. Bu hayatta öncelik hep o “götü yemeyen”lerin oluyor.. Bana; “ben”li cümleler kurarken, “ben”i beride bırakanlara küfretmek kalmış.. Ben Anıl’la.. Biz Anıl’la.. Ben o cümlelerimde “onlar”ı “ben”den önce telaffuz ederken; “onlar” kendi cümlelerinde bile “ben”i geride bırakıyorlar..


Ve siz.. Siz “siz”i geride bırakan cümleler kuranları hiç düşünmeden geride bırakın.. Pişman olmayacaksınız, söz veriyorum.


Düşünsenize… Pan… Pan; tüm kötü günlerimde yanımdaydı.. “Anıl’la ben”, “Anıl’la biz” diyebilen nadir insanlardan.. “Ben”i hiç geride bırakmazdı.. ve şu aralar tam da “neşenin dibi”yken ben böyle.. Tam da ona iyi gelebilecekken, o yanımda yok.. O bütün derdimi dinlemiş, kederimi kederlenmiş… Sıra mutluluk sektirmeye gelince, o “mutluluk” sektiremeden elimde patlamış… Ah ulan! Nasıl da mecburmuşuz sabretmeye! Nasıl da…..


Gözlerim Pan’ı arıyordu hala; hem de her teneffüste, her etüt sonunda, her yemek sonrasında, ve her…. ve de hep.


Umarım benim yokluğum, onun yokluğunun bana koyduğu kadar, koymuyordur ona.. Pan’ın o “bildiğim dertleri” zaten “+2”ydi bana kıyasla.. Ya bilmediklerim? İşte o “bilmediklerim”in; birbirimizin hakkında bilmediklerimizin hatrı var yaşanmamış hatıralarımızda.. Onları yaşamadan da kardeşimi kaybedemem; benim ona söylemek istediklerim ve de ondan duymak istediklerim daha bitmedi.. Daha var..


Hafta boyunca Keş’le iki dost gibiydik.. Keş Sırık’la, bense Gürbüz’le ikili olmuş; sigaraları bu düzende içiyorduk.. Şikayetim de yoktu aslında. Her ne kadar “Hadi şu kabinde yalnız kalalım” diye can atsam da; haftasonunun o güzel anılarını mahvedebilecek türden bir şeyler yaşamaktansa, böyle uzaktan sevmek daha tatlı geliyordu.. Bi de “onu istemeyi” seviyordum.. O heyecanı söndürememeyi; isteyerek uyuyup, isteyerek uyanmayı.. Haftasonunu iple çekmeyi seviyordum.. Onun yüzünden… Onun için.. Ondan ötürü..


Çarşamba akşamı Malafat nöbetçiydi; o yüzden dolayı yat yoklaması sonrası sigara içmek için dördümüz tuvaletlere girdiğimizde Keş “Abi siz Gürbüz’le şu kabine geçin, biz de Anıl’la bu kabine girelim.. Malafat gelirse en azından biz yanmış olmayız..” dedi Sırık’a.. Hani en masum anlarınızda gelir de şeytan dürter ya… İşte o an, normal insanları dürten şeytan; bana bacak omza yapıyordu.. Keş’le bir an göz göze geldik, nasıl sırıtıyorum var ya.. Güvercin adımlarla, çocuklar uyanmasın modunda girdim o kabine.. Kabinin kapısından bana bakarken o da sırıtıyordu.. Bir kabin.. İki insan.. Bir Anıl.. İki tek camel.. Bir Keş.. İki kocaman gülümseme… Bir göz kırpış..


Aynı anda “pşşt” dedik birbirimize.. Ne ötede olan vardı, ne beride kalan.

Yorumlar