Bölüm 143

Tüm hafta boyunca yoğun bir şekilde ders çalıştık, tabiri caizse “nefes bile almadan!”. Efsane hemen her gece okuldan kaçıyordu; dolayısıyla etrafta pek göründüğünü söyleyemem.. Velet’le Tıfıl, Efsane’nin olduğu koğuşta kalıyorlardı.. Bu ikili henüz hazırlık sınıfından oldukları için, diğer sınıflar tarafından çok ezilmemeleri adına “son sınıfların himayesine” verilmişlerdi.. Pan’la ders çalışırken bir yandan da evlatlıklarımıza işkence ederek “zorla” ders çalıştırıyordum.. İngilizce kelimeler zor ezberlenen türdendi; bilirsiniz şu sikik okulları.. Tüm hocalar sizden “günlük hayatta dahi kullanılmayan” dilin o “ağdalı versiyon”unu öğrenmenizi beklerler.. Çocukları bu yüzden gayet iyi anlıyordum..


Bu yüzden onlara kelimeleri basit “imgelem”lerle öğretmeye çalışıyordum.. Mesela “posterity” diye bir kelime vardı.. Bu kelimeyi onlara anlatırken “Bir bebe düşünün, böyle saçlarının yanlarını kazıtmış, kalan kısmını da morciverte boyatmış.. Her tarafından küpeler piercingler fırlıyor.. Kolları boynu vs dövmeli.. Şimdi o bebeyi sahne alacağı mekanın afişinde düşünün.. O afişi baban görse ne der?” diye sordum.. İkisi de suratıma bakakalmıştı.. Ardından Velet yine her zamanki gibi gülerek “Ne dicek abi, benim peder tipe bak lan tüh der geçer.” dedi.. Tıfıl da Velet’i destekliyordu “Aynen abi yaaa benim peder de bunların anası babası yok mu hiç der” diyerek.. “Hah işte.. Benim peder de bakıp ‘Bu nasıl bir poster iti (posterity) böyle’ der” dedim.. “Posterity: Gelecek kuşaklar, nesil..” diye de ekledim.. Bu şekilde ihtiyaçları olan ve ezberleyemedikleri tüm kelimeleri hatırlamaları için hafta boyunca geceleri sigara içerken hikaye anlattım durdum onlara.. Bu sırada Pan da dikkati dağılmadan diğer derslerine çalışabiliyordu..


Evlatlıklarımıza neden bu şekilde baskı kurarak ders çalıştırdığıma gelirsek; sonuçta babamın taşşaklarından düşmemişlerdi.. Düşmemişlerdi ama daha 14 yaşındaydılar; bu okula girerken tıpkı bizler gibi onlar da “altına yattıkları yarrağın” kaç santim olduğundan habersizdiler.. Onları öğrenirken görmek, hele ki “HaaaAAAaaaaAa şimdi anladıııım” dediklerini duymak paha biçilmezdi.. Mutluluk seken bir şeymiş; onlar da bunu öğretti bana.. Sen mutlu ediyorsun… Onlar mutlu oluyorlar… Onlar mutlu olup sana “çok teşekkür ederim” deyip birbirine “yaa bak ne kadar kolaymış” diye fısıldadıkça da sen mutlu oluyorsun.. Sonra sen de o mutluluğu bir başkasına sektiriyorsun.. Sektire sektire paslıyorduk mutluluğu.. Paslaşmadan gol atamaz insan; sonuçta “hayat” güçlü bir rakipti…


Matematik sınavına az kalmıştı.. Aslında “az kalan” zaman değildi.. “Çok gelen”; çalışılacak konulardı sadece…. Pan’a her saat başı soruyordum “Nasıl gidiyor abi?” diye.. Bana her “Hiç bi sik anlayamıyorum lan” deyişi canımı yakıyordu.. Sanırım hayatı anlamak, ciddiyetinin farkına varmak için yaşlanmaktan fazlası gerekiyordu.. Yaşanmışlıklar artmadıkça yaşın artması ne ifade eder ki? Sadece götündeki kıllar akça pakça kadayıf teline dönmüş ihtiyar bir çocuk olursun.. Olgunlaşmaya başladığımı hissediyordum; Pan’a “Yaaa siktir et oğlum hadi gel bi sigara içek” demek yerine; “Hadi biraz da birlikte bakalım..” dedikçe “olgunlaştığımı” hissediyordum..


Efes desen, öyle bir bunalımdaydı ki kimseyle konuşmuyordu; varlığı yokluğu belli değildi.. Esasen bir kaç kere yanına gittik konuşmak için ama fena halde siktir yedik.. Dolayısıyla yaz okulu boyunca dokunmama kararı aldık ona.. O yüzden genelde Artist, Pan ve ben beraber takılıyorduk.. Kıvırcık da bir çeşit bunalımdaydı; “Sizle takıla takıla geçemem bu dersleri, bana dokunmayın şu sınavlar bitene kadar.. Sonra harbiden gider içer arayı kapatırız..” diyerek uzaklaşmıştı.. Artist de FKM mağduruydu ama daha bir bizdendi..


Fizik sınavından önceki gündü.. Artist, Pan ve ben okulda turlamaya başladık.. Artist’le Pan’ın canı sınav stresinden çok sıkkındı; benimse canım onların canının sıkılmasına sıkılmıştı.. Mutluluk gibi mutsuzluk da sekiyordu insandan insana; ama paslaşılan bir şey değildi bu.. Yağmurlu havada yürüyüş yapmak gibiydi.. Hani arkadaşın yanlışlıkla su fışkırtan bir kaldırım parkesine basar da hem kendi üstüne hem de senin üstüne çamurlu su sıçratır ya.. Mutsuzluk da böylesine hazırlıksız yakalıyordu insanı; ve üstüne başına bulaşmadan da terketmiyordu.. Bu sefer o kaldırım taşına Artist ve Pan aynı anda basmıştı.. Artist’in çamuru paçalarımı kirlettiyse, Pan’ın ki beni baştan aşağı yıkamıştı..


Ben ki dua etmeyen insan; oturdum gün içinde aklım yettiğince mırıl mırıl dua etmeye başladım.. Pan arada soruyordu “Bir şey mi dedin la?” diye.. “Dua ediyordum senin için” diyerek kendime güldürmeye, en kötüsü de onu gücendirmeye götüm yemediğinden; “Yok lan bi soru vardı onun hakkında sesli düşünüyordum” diyerek geçiştiriyordum.. İşte o fizik sınavının arifesinde biz üçümüz okul bahçesinde dolanırken okula daha yeni kaydolmuş “taze”ler gördük.. Pan’a “Ne lan, bunlar şimdi 14 bile değil mi?” diye sorarken; Artist’e “Şşşşt oğlum la bunlar senden bile kısa” diyerek güldüm.. Artist’le Pan o kadar stresliydiler ki elleri ceplerinde olan bir yeni yetme görür görmez aynı anda bağırdılar “Çıkar lan ellerini ceplerinden!” diye..


Zavallı çocuk okula kaydolalı daha bir hafta, bilemedin 10 gün falan olmuştur.. Nereden bilsin okulda eller cepte dolaşmanın “üste saygısızlık” olarak görüldüğünü… Onu geçtim elleri ceplerinde dolaşmanın “üst sınıfların gördükleri yerde ağzına sıçması” demek olduğunu nereden bilebilir.. Yooook ama öyle değil, zaten canımız sıkkın tüm hıncımızı onlardan çıkarıcaz.. Üç kişiydi bu yenidoğanlar.. Biz de üç kişiyiz.. E daha ne bekliyoruz deyip “Hooop! Size diyoruz lan!” diye yeniden bağırdık.. Yenidoğanlardan biri ellerini cebinden çıkarıp kollarını sağa sola açarak bize döndü ve “Ne var lan yarrağım der gibi kafasını titreterek gözlerini kıstı.. “Neyse abi boş verin yaa başımıza bela alma…” derken cümlemi tamamlamama bile fırsat kalmadı.. Pan’la Artist bildiğin depar atarak birbiriyle yarışıyorlardı.. Ben de peşlerinden tabi..


Pan o en çok dayılananı tuttu yakasından, Artist de boyu kendisinden kısa olanı.. Ben de ellerim boş kalmasın diye o sonuncuyu tuttum kolundan.. Pan bildiğin “Sen beni siklemiyon mu lan piç!” diye silkeliyordu çocuğu.. Artist desen “Lan sen kimsin de duymazdan geliyorsun bizi” diyerek tokatlıyordu.. Bana gelirsek ben de elim armut topluyormuş gibi görünmemek için yakasından tuttuğum yenidoğana “Dinle bak abilerini” deyip duruyordum..


Bu okul hakkındaki en sikik olaylardan biriydi bu.. Astını hırpalamazsan hiç biri siklemiyordu seni; hırpalayınca “saygı” kazanıyordun kazanmasına ama o saygıyı “hakediyor muydun”, orası şaibeli… “E saygıyı haketmeye çalışsan; insan gibi davransan ne olurdu amk?” diyeceksiniz şimdi.. İşler öyle yürümüyor be güzelim; harbiden de “Başarının yetmediği yerde korku mucize yaratıyor”du. Demiştim ya hani “Kölelerin bile efendilik mücadelesine girdiği bir düzenin” minnak köleleriydik diye.. Ellerimdeki yenidoğanı, Pan’la Artist’in kendi ellerindekilere yaptıkları gibi hırpalamak istiyordum ama onun yerine gözlerimi gözlerine dikerek “Onların dediklerini tekrarlamamı ister misin!” diye tısladım.. Zavallı çocuk “Yok abi, özür dilerim..” deyince ellerimi gevşettim ki Pan girdi araya.. “Abi ben gördüm hesabını rahat bırak, anladı işte” dediğim an Pan öyle bir baktı ki yüzüme; tek kelime etmeden bir adım geriye çekildim.. Ertesi gün sınavı var diye üzerine gitmek istememiştim; normalde Pan siksen beni çiğnemez böyle durumlarda..


Bizim Pan’la Artist, çocukları hırpalarken; ben de Pan’ın ilk hırpaladığı yenidoğanın kolundan tutup diğerlerini izliyordum.. Kolundan tuttuğum çocuk hafif burnunu çeker gibi olunca birden çocuğun yüzüne baktım.. “Ağlamasına ramak vardı”; ıslak gözlerle yere bakıyordu öylece.. O an “ölmek istedim”. Aklıma kendi ilk zamanlarım geldi.. O körfeze bakarak annemle konuşur gibi konuştuğum zamanlar.. O Sincap’la dertleştiğim ilk günlerim.. ve de annemle ilk telefon görüşmem..


Daha önce anlattım mı size inan hatırlamıyorum; ama yeri gelmişken bir kere daha anlatsam hoş görürsünüz herhalde.. O ilk günlerimde bildiğiniz gibi vedalaşırken annesine bile sarılmaya cesaret edemeyen biriydim ben.. İlk bir ay boyunca “cep telefonu” kesinlikle yasaktı bize.. O yüzden ankesörlü telefonları kullanmak zorundaydık.. Ve “intibak eğitimleri”nden çok az zaman kalıyordu ailemizi arayabileceğimiz.. O sürelerde de hızlı koşan piçler çoktan telefonların önünde uzun kuyruklar oluşturmuş oluyordu.. Düşünsenize 450 öğrenciye 5 telefon.. ve günün herhangi bir saatinde şu medyada paylaştığım şarkı bir yerlerde çalıp duruyordu.. Öyle aşk, öyle anne kokuyordu ki bu şarkı.. Bir an bile başkası gelmedi aklıma dinlerken; bir bu şarkıyı dinledim durdum, bir de o körfeze baktım konuştum… Şarkıyı dinleyemeyecek olanlar için sözleri:


“Severek ayrılanlar bilirler ayrılığı…


Severek ayrılanlar yaşarlar pişmanlığı…


Çok uzak şehirlerde aynı çarpar iki yürek;


Çok uzak bir şehirde beklendiğini bilerek..


Gün gelir için yanar, elin gider mektuplara..


Gün gelir beni ararsın, gözün dalar uzaklara.


Yaz gelir, sıcak olur akşam sahil yollarında..


Her adımda beni ararsın, gözün dalar ufuklara..


Rüzgar aşkımı kucağına alsa,


Dağları, tepeleri aşsa; saçlarına ulaşsa…”


Bu şarkı nedense hep bana “Beni çok arayacaksın Anıl Bey, çok arayacaksın ama iş işten geçmiş olacak!” tehditlerini hatırlatıyordu annemin.. Nereden bilebilirdim ki tüm o havaya savrulan tehditler bir gün gerçek olacak…


Okula kaydolmadan önce; yaz boyunca bu şarkıyı dinlemiştik her yerde.. ve çoğunda da annem yanımdaydı.. Aslında ne kadar da kötü bir şey değil mi? Sevdiğimiz insanlarla dinlediğimiz tüm o şarkılar, geleceğe döşediğimiz mayınlar gibi..


Huysuzdur insan kalbi; söz dinlemez.. Sen gitme oraya dersin ama o gider ve bulur kendine basacak bir “mayın”.. Beynin de ona katılır oturup ikna edeceği yerde.. ve sen bakakalırsın arkalarından; yap”mayın”, bas”mayın”, uzaklaş”mayın”…….diye sızlanarak.. Sen kalbin sızlıyor sanırsın; aslında kalbin “sızlatıyor”dur da farkına varamazsın.. Beynin de kalbine uyup, ihanet etmiştir sana.. Sen bunu da anlamazsın.. Çünkü duyguların kalbini, kalbin beynini, beynin de seni esir almıştır.. Düşünmek imkansızlaşır.. Geriye bir tek “sabretmek” kalır.. Zaten bu yüzden de hep “Ayrılık gidenin cesareti, kalanın sabrıyla ölçülür” derler sana..


Giden de kalan da aynı kişi.. Öyleyse ben kimim?


Telefon kuyruklarına girmeye bile cesaretim yoktu.. “Giderken” gösterdiğim o cesaret… O cesaret tamamıyla yalan oldu arkadaş.. Çünkü annemle konuşurken ağlamaktan korkuyordum.. Annemi düşünmek bile ağlamama yetiyordu; kaldı ki sesini duymaya cesaret edebileyim.. İlk tatile 120 küsur gün vardı.. ve ben; sürekli cebimde taşıdığım, terden buruş buruş olmuş, ufak bir not defterine, kırmızı pilot kalemle, o günlerin sayısı kadar kareyi nokta koyarak işaretlemiştim.. Her gün yat yoklamasından sonra bir kareyi tamamen kızartıyordum; ve ardından yatağıma yatıp salya sümük ağlıyordum, o sayfaya bakarak “Az kaldı az” diye avunmaya çalışırken.. “Kırmızı kutular”ın sayısı arttıkça daha çok ağlamaya başladım.. Gün boyu tık yok böyle, ama o yatağa girince.. Okul nevresimlerinin mavisi bile bana evi özletiyordu.. Ben hiç “tek renk” nevresim kullanmadım; kullanmam da.. Rüyalarım kadar renklidir o nevresimler.. Benim kadar renkli..


Kırmızı kutucuklar artıp duruyordu ve ben bir gece hiç uyuyamadım.. Okula kaydolduğum gün aldığım o “akıllı kart”ta hala 250 kontör vardı; bir kere bile kullanmamıştım.. Sabaha karşı 4:30’da yüzümü gözümü sildim yastığıma ve kalktım giydim o eğitimlerden ötürü laciverti pembeye çalan üniformamı.. Doğruca ankesörlü telefonların olduğu yere gittim.. O saatte sadece 2 öğrenci vardı ailesiyle konuşan.. ve ikisi de ağlıyordu.. İçimden “Yalnız değilsin oğlum, bu çok normal bir şey” diyerek kendimi cesaretlendirip kartı telefon makinesine yerleştirdim ve telefonun ahizesini elime aldım.. Ev halkını uyandırmamak için doğruca annemin cep telefonu numarasını çevirdim.. Telefon 4 kez çaldıktan sonra evim “Alo” dedi uykulu uykulu bana.. Boğazımı temizleyip yutkunarak “Alo” dedim titrek bir sesle.. “Aaaa oğlummmm?” dedi annem.. “Evet” dedim ve yine yutkundum.. “Dur, numaran gözüküyor ben arayım hemen seni” dedi.. “Bekle bi dakika” deyip diğer çocuklardan birine “Bu telefonlar karşıdan gelen aramalara açık mı?” diye sordum.. “Evet ama bazen çalmayabiliyor, kapattıktan sonra hemen aramasını söyle ve içinden 30’a kadar sayıp kaldır ahizeyi” dedi çocuk burnunu çekerek.. “Tamam anne, hemen araman lazımmış ben kapatır kapatmaz” dedim.. “Tamam hadi kapat arıyorum hemen” dedi ve kapattı telefonu..


Telefon kapanır kapanmaz alnım ankesörlü telefona yaslı şekilde ağlamaya başladım.. Nasıl ağlıyorum böyle var ya; toparlayamıyorum kendimi.. Aniden telefondan geri çekildim; gitmeyi düşünüyordum.. Aramaya hazır hissedene kadar da telefonlardan uzak durmayı.. Ardından etrafıma baktım, çocuklardan biri gitmişti, diğeri de 10 metre uzakta fısır fısır konusuyordu.. Ya şimdi ya hiç diyerek kaldırdım telefonun ahizesini ve “Orda mısın?” diye sordu o ses, o anne.. Boğazım düğümlendi; sadece “hı-hı” diyebildim.. “Nasılsın oğlum, alıştın değil mi?” diye sordu annem.. Alıştığımı umarak sormuştu bunu; alıştığımdan emin olsa “Alıştın mı?” diye sorardı.. Bir anda boğazımdaki düğüm çözüldü ve ilmek ilmek kaçtı gözlerimden.. “Anne… Anne beni alın burdan.. Anne ne olur ben burada olmak istemiyorum..” diye yalvararak ağlamaya başladım.. Utanıyordum ağlamaktan ama durduramıyordum da.. “Ne olur anne bak hala çok geç değil, o öğretmen lisesine kaydımı yaptırırız.. Söz bak orda çok başarılı olurum…” diye yalvarmaya devam ettim. “Şşşşşt.. Tamam ama dur bir dakika” dedi annem.. “Hııı..” dedim “Tamam seni dinliyorum” der gibi bir sesle..


“Ben de seni çok özledim ama.. biliyorsun değil mi orası için ne kadar çabaladığını? Hatırlıyor musun hani yaz boyunca koşturmuştuk beraber; İstanbul’da o hastane senin bu hastane benim, muayeneler için….” diyerek devam etti sözlerine.. Evet hatırlıyordum, hatta o muayeneler benim en korkulu kabusumdu.. İbne olduğumu anlayacaklar diye ödüm kopmuştu; ama götüme baktıklarında tek anlayabildikleri şey “Basur olmadığım”dı.. Yani “götüne baktıklarında anlıyorlar oğlum” efsanesi tamamen balonmuş.. Çocukluğumu sikip atan bir balon..


“Anne, biliyorum ama cidden alın beni burdan…..” diyerek yeniden ağlamaya başladım. Annem “Oğlucum bak çok erken daha, hadi bak yapma ne olur dinle anneni… Hem sen bu kadar çabuk pes etmezsin ki.. İzmir’i çok sevdim ben; çok şanslısın.. Hem Türkiye’de oraya girmek için götünü yırtan onca öğrenci arasından sen ilk 1000desin.. Akıllısın sen, yeter ki iste!” diyerek cesaretlendirmeye devam etti.. Annem konuştukça ben sesine alıştım, ben alıştıkça göz yaşlarım azaldı.. ve en sonunda “Seni bunca zaman aramadığım için çok özür dilerim” dedim.. “Aaaa olur mu öyle şey.. Emin ellerdesin, sana bir şey olmayacağını biliyoruz orda.. Hem sizin idare bir kere arayıp bilgi verdi sağolsun..” dedi annem.. “İyi yapmışlar..” dedim üzgün bir sesle..


“Beni ne zaman müsait olursan ara, saat hiç önemli değil” dedi annem bir saatlik ağlama krizimin ardından.. Kahvaltı ve yoklama saati yaklaşıyordu, dolayısıyla kapatmam gerekiyordu.. “Peki annecim” dedim yine titremeye başlayan sesimle.. “Seni seviyorum” dedi annem.. “Ben de..” dedim ve “İlk sen kapat..” diyerek ekledim.. “Hadi o zaman üçe kadar sayalım ve ikimiz kapatalım, sen de git kahvaltını et” dedi.. Üçe kadar saydık.. ve kapattık..


Zamanla hasret bitmiyordu.. Zamanla biten hiç bir şey yok; ömürlerimizden başka.. Zamanla hasret de bitmiyordu; sadece insan o hasreti gidermenin farklı yollarını buluyordu.. Bu bir telefon olur veya iki satırlık kısa bir mesaj ya da uzuuun uzadıya yazılmış bir mektup..ama ne olursa olsun hasret bitmez, hasret tükenmez; hasret sadece ve sadece giderilir.. O gün söz verdim kendime; söz verdim “gerçekler”imle arayı bir daha bu kadar açmamak üzere.. Para gibi; göz yaşı da harcamadığın vakit artıyor..


Bu “artış”ın da tek kazandırdığı şey; an itibariyle yüzüne baktığım o “gözlerini ıslak ıslak yere dikmiş” yenidoğan..


Başka insanların “ne tür bir savaş verdiğini” unutarak yaptığımız aptallıklar son bulacak mı dersiniz?

Comments