Sabah bomboş bir koğuşa uyandım.. Okulun ilk ayı olduğundan henüz kimseler cezalı değildi ve benden başka “ders çalışmak için” içerde kalan yoktu.. Bu yalnızlık huzur vericiydi.. Gerinerek yatağımda doğrulup ayaklarımı aşağı sarkıtarak ranzamın altındaki terliklerimi parmak uçlarımla çekiştirip önüme getirdim.. Evet lan! Yalnızlık huzur vericiydi..
Terliklerimi giydikten sonra ayağa kalkmak yerine yatakta oturmaya devam ettim.. Bacaklarımı “V” şeklinde karşı ranzaya kadar uzatarak tembel tembel gerindim.. Öyle olur ya; gerinmeden yataktan kalktığım gün o uyku halini üzerimden atamıyordum.. ve gerinme seansını takip eden iki uzun esneme; kollar sağa sola açılmış şekilde gerine gerine uzuuuunca bir esneme daha.. Sol gözümden yaş gelmişti esnerken, güneş gözlerimi alıyordu.. Terliklerimi sürüye sürüye tuvaletlere kadar gittim.. Yüzümü yıkarken “Bu gece kesinlikle erken yatıcam, bu ne amk lan! Esnerken ağzım yırtıldı” diye homurdanıyordum.. Üstümü başımı giyindikten sonra koridora çıkıp bir an “Sola dönerek Keş’i uyandırmaya mı gitsem, yoksa sağa dönerek kahvaltıya mı insem..” diye ikilemde kaldım.. Tabii ki kahvaltı lan! Kahve içip kendime gelmem lazım..
Tam merdivenleri inerken vicdanım “Ya uyanamadıysa? Ya yoklamaya gecikmekten yani zamana riayetsizlikten ceza alırsa?” diye ağzıma sıçmaya başlamıştı bile.. “Offffff” diyerek doğruca geri döndüm ve bir kat yukarı çıkıp Keş’in koğuşuna girdim.. Keş çoktan kalkmış, yatağını bile düzenlemişti.. “Yuh” dedim içimden.. “Ben onu uyandırmayı düşüneyim… Sabah kalkar kalkmaz ilk o gelsin aklıma… Piç beni siklemeden tıkınmaya gitsin.. Gırtlağını siktimini gerizekalısı!!”… İçimden söve söve merdivenleri inmeye başladım.. Sabah sabah afyonum patlamamış zaten… “Görür o sikik! Yüzüne bakarsam adam değilim lan! Hem yalnızlık daha güzel, daha huzur verici abi; ne uğraşıcam elin götü boklusuyla!” diye sayıklaya sayıklaya yemekhaneye girdim..
Her zamanki gibi “Sona kalan bok yesin” sisteminin kurbanı; iki dilim salatalık, bir dilim “salçamsı” domates, tepside son kalan beyaz peynir kırıkları ve iki fincan kahve… Bir fincan kahvaltı öncesi, bir fincan da kahvaltı sonrası.. Kahvaltılıkların olduğu büfeye en yakın masaya oturup, bir öncekilerden kalan yumurta kabuklarını yine kullanılmış bir peçete parçasıyla iteleyerek kendime yer açtım.. Yemekhane savaş alanı gibiydi, sanırsın burada kahvaltı edilmemiş de yemek savaşı yapılmış.. Yemekhaneciler son masalardan temizlemeye başlamışlardı ortalığı.. Başımı kaldırıp sol üst kolondaki saate baktım; iyi bari 35 dakika var yoklamaya..
İki kırıntı kahvaltılık atıyorum ağzıma; bir yudum kahve.. ve hemen ardından sandalyede dimdik oturarak sırtımı kütletiyorum.. Gerinmek nasıl da tatlı bir şey yaa; hele o kütür kütür ses yok mu…. Uyuşuk uyuşuk kahvemi içip kahvaltılıkları ağzıma tıkıştırdıktan sonra; diğer kahveyle beraber yemekhane kapısından çıkıp sol taraftaki lavabo odasına girdim.. Bu lavabo odalarında kapının solunda ve sağındaki duvarlar boyu lavabolar vardı; ve de karşı duvarda.. Maksat; yemekhaneden çıkan biz pasaklı öğrencilerin yağlı ellerle merdiven korkuluklarına tutunarak etrafı bok etmemesi… Yemekhanelerin sağ ve sol taraflarda birer çıkışı vardı.. Sağ çıkışı, kantine, sağdan bir merdiven bağlarken; sol çıkışıysa soldan bir merdiven bağlıyordu.. ve bu lavabo odalarının kapıları da işte bu merdivenlerin tam karşı duvarındaydı.. Bildiğiniz gibi o merdivenlerle lavabo odaları arasında kalan ve tam yemekhane çıkış kapısının karşısına denk düşen kapılar da; kısımlar bloğunu, koğuşlar bloğuna bağlayan tünellere açılıyor… Bunu bu kadar ayrıntılı ve uzun anlatma sebebim; nerede yürüdüğümü, nerelerden geçtiğimi görün istedim.. Sol taraftaki lavabo odasını seçme sebebim, haftasonları nöbetçi hocalar yemekhaneye gelip giderken genelde sağ tarafı kullanıyorlardı.. Ben de sigaradan yakalanmamak için sol tarafı seçtim.. ve bu lavabo odaları sigara içmeye en elverişsiz yerlerdi.. Birincisi izmariti atabileceğin bir yer yok; ikincisiyse, kapı açıldığı an kabak gibi ortadasın..
İşte benim için orayı en elverişli yer kılan da buydu… Kimsenin aklına gelmeyecek; “burda siksen kimse sigara içmez” denilen bir yer oluşu..
Kahvemi “iki tek sigara” ile piç ettikten sonra, fincanı yemekhaneye bırakıp yoklama için taş bahçeye çıktım.. Hava öyle bir sıcak ki; taş bahçe, taş bahçe olmaktan çıkmış, taş fırın olmuş! Keş uzaktan bana “Hey! Hop! Pşşşt!”liyordu.. Yüzüne baktığımda “Yok yaaa baksana şu mala, kesinlikle kasıtlı olarak yapmış olamaz… Düşünememiştir yeaaa” diyerek sevesim geldi.. “Lan, cezalı etütü yapmayacaklarmış bugün! Sadece 3 saatte bir hocanın odasına gidip yoklama vericez!” dedi heyecanlı heyecanlı.. “E süper abi!” diyerek gülümsedim.. “Lan napsak? Acaba iki saatliğine de olsa bi sahile mi insek; sigara falan alırız” dedi yine aynı heyecanla.. “Oğlum var ya… Kaşınıyorsun yeminle! Sigaramız var işte, daha ne istiyorsun mal! Hem Gürbüz’le Sırık da yarın akşam sigara getirecek..” dedim.. Hala; “Olsun lan güzel olmaz mı?” deyip duruyordu.. “Şşşşşt! Hoca geliyor sus şimdi.” diyerek önüme döndüm.. Hoca uzaklaşır uzaklaşmaz yine çocuk gibi kolumu çekiştire çekiştire “Hadi be oğlum! Hadi amk lan hem sen cezalı değilsin ki..” demeye devam etti.. “Hayır abi! Saçmalama, iki hafta sonra evinde olacaksın.. Çıkarırsın acısını doya doya.. Hem bugün kütüphaneye gidelim; bırakmam gereken kitaplar var; senin şu elindekinin de tarihini yenileriz..” diyerek elindeki o henüz yarısına bile gelemediği kitabı gösterdim.. “Offf tamam amk! ama sikerim lan ben okumam bugün bi bok!” diye ayak diretiyordu.. “Okursan ekime, okumazsan sikime kadar yolun var abi! ama dışarı kaçmak falan yok! Yemin ederim ben gider şikayet ederim eğer öyle bi salaklık yaparsan!” dedim.. Sinirden elim ayağım titriyordu..
Beni asıl sinir eden; benden uzun yaz tatili yapmasına rağmen, benden daha az sabırlı olmasıydı.. Umrumda değil ne bok yediği ama iki kere daha sigaradan yakalanırsa siktirnameyi eline tutuşturup evine gönderecekler haberi yok! “Tamam amk bi bok demiyorum; siktir git!” diyerek sustu.. Allah’ı var; tokatı böyle “şaaaak!” diye o göt suratının tam orta yerine gömesim geliyordu.. Yoklama alınır alınmaz kantine gittik.. Yan yana televizyon karşısında oturuyoruz ama birbirimizle tek kelime etmiyoruz.. Bu sessizlik büyüdükçe; kafasını yarasım geliyordu.. Baktım dayanılacak gibi değil “Abi ben kütüphaneye gidiyorum.. Ver şu kitabını da geri vereyim!” diyerek ayağa kalktım.. “Okuycam amk! Sanane lan!” diyerek kitaba sarıldı.. “Okumak yetmez, götüne sok!” diyerek döndüm arkamı çıktım kantinden.. İçerde kaldığıma çoktan pişman olmuştum..
Kütüphaneye girmeden önce alt sınıfların kantinine girip brownie ve kola aldım.. Kütüphaneye girecektim ve oradan gün boyu çıkmayacaktım! O bildik yere girdiğimde, o bildik kokuyla beraber anında içim rahatladı.. Eski mobilyalar, saman kağıdı ve sessizlik… Yalnızlık harbiden çok huzur verici! Tamam biriyle beraber olmak hoş, güzel ama… ama yalnızlık bir başka güzel!
Bitirdiğim kitapları bırakıp yeni kitaplar seçtim kendime.. Kitap okuyan öğrencilerden birinin önünde “Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı”nı görünce deliye döndüm! O kadar zamandır okuldan çıkmamıştım ki; bu kitabın basıldığını bile farketmemişim.. Tabi o zamanlar “akıllı telefonlar”ımız yok şu anki gibi; internetten takip falan da edemiyorsun.. Her hafta mecburen kitapçı kitapçı dolaşarak “Bakar mısınız? Harry Potter serisinin yeni kitabı elinize ulaştı mı?” diye sormak gerekiyor.. Yaz okuludur, tek ders sınavıdır, Keş’le okulda kalmalardır vs derken hayatımın aşkını es geçmişim!.. Kitap okuyan öğrencilerden biri dedim ya hani belki hatırlamazsınız; o kişi Çitlembik’ti.. Hani şu resim kulübündeki esmer çocuk… “Abi nerden buldun bunuuuuuuğ” diyerek yanına oturdum.. “Hahahaha nasıl kaçırırsın! Neredeyse bir ay oldu ben alalı.. İkinciye okuyorum” diyerek kitabı gösterdi… “Oha oha oha! Offffff kaç sayfa bu böyle ya çok güzeellll” diyerek kitabın kapağını sevmeye başladım.. Kitap tamı tamına 1114 sayfaydı.. Ağlama krizine girmek üzereydim! Bu kitap benim olmalı!
Hazin hazin inildeyerek “Yaa.. Senden sonra ben okusam olur mu?” diye sordum.. Çitlembik “Hmmm şey..” diye düşünürken sözünü kesip “Yemin ederim ki ellerimi yıkamadan dokunmam kirlenmesin diye… Valla bak yeminle çok da açmam okurken, sayfaları kopmaz.. Hem kaldığım sayfaları kıvırarak işaretlemem ben biliyorsun.. Kitap ayracı kullanıyorum” diyerek yalvarmaya başladım.. “Tamam o zaman; pazartesi sana getiririm..” diyerek gülümsedi.. İçi rahat bir şekilde “tamam” dememişti ama olsun önemli olan “tamam” demiş olması… Ben olsam ben de seve seve “tamam” diyemem böyle bir durumda! Kutsal bir kitaptan bahsediyoruz oğlum! O beyaz sayfaların hakkını verebilecek kaç kişi kaldık şurada!
Öyle bir kuduruyorum ki meraktan çatlayacağım neredeyse.. Ödünç aldığım yeni kitaplardan en ince olanını, ki 300 sayfa, seçip pazartesiye kadar oyalanmaya karar verdim.. Çitlembik’in önündeki kitabı gördükten sonra diğer tüm kitaplar anlamını kaybetmişti; tek satır okuyasım yoktu… Buna rağmen önümdeki kitaba bir şans verip; en azından ilk 100 sayfasını okuyayım dedim.. Kitabın 30. sayfasında öyle bir uyku bastırdı ki… Pencereden vuran güneş…. Saman kağıdının huzur veren kokusu… Yumuşacık sandalyeler… Yalnızlık… Huzur…
Keş “Napıyon oğlum burda?” diyerek omzuma dokunduğunda yerimden sıçradım.. “Asıl sen napıyon burda!” diyerek başımı kaldırıp yüzüne baktım.. “Hiiç; cezalı yoklamasını verip, kitabı yenilemeye geldim…” dedi.. “İyi yapmışsın” diyerek gülümsedim.. “Oturayım mı?” diyerek yan sandalyeyi gösterdi.. “Yok ayakta kal.. Burdan bakınca daha çekilir geldin gözüme..” dedim oturduğum yerden.. “Siktir göt” diyerek sandalyeyi çekip yanıma oturdu.. Bir kaç masa öteden bir öğrenci “Şşşşt.. abi biraz sessiz.” diye uyarınca Keş bir anda sinirle döndü.. Keş’in kolunu sıkarak “Mal mısın oğlum! Burası kütüphane, sana tuvalette sessiz ol demedi!” diye tısladım.. İkimiz de sırıtarak önümüze döndük ve kitaplarımızı açıp okumaya başladık..
Aradan yarım saat geçti ve biz yan yana, kitap okurken uyuyakalmış iki dana olarak, yayıldık masanın üstüne.. O benim sağımda, ben onun solunda… Hani şu kollarını kavuşturarak sıra üstünde uyuma pozisyonu vardır ya.. Biz de omuz omuza aynen öyle uyuyorduk; tek farkla: Benim sol elim, onun sağ elindeydi.. El ele uyuduğumuzu bizden başkası görmüyordu, bir biz biliyorduk bunu.. ve bir biz anlıyorduk birbirimizi..
Yalnızlık çok güzel evet ama bu “yalnızlık”ta güzel olan asıl şey; limitli olmasıymış.. Biteceğini bildiği her şey güzel gelir insana.. Çile bile bir gün bitecekse, yeri geldiğinde seve seve çekilebilir.. İşte o gün bana “yalnızlığı sevdiren” de “biteceğinden emin oluşum”muş.. Sadece ve sadece “limitli yalnızlık”lar huzur veriyordu.. Diğer türlü yalnızlıkların, endişeden başka bir şey getirmeyip; huzur vereceklerine, korkuları tetiklemekten başka bir işe yaramadıklarını hatırladım.. Çünkü; çünkü o hatırlattı.
Bana bunu hatırlatan kişi, uykusunda bile sol elimi bırakmadı..O benim yalnızlığımı katletti; ben onun yanlışlığını. Kütüphaneden çıkarken ne ben yalnızdım, ne o yanlış. Beraberdik ve bu çok doğruydu.