Bölüm 159

Çocukken bizim eve ilk çamaşır makinesi alındığında, başından kalkmadan saatlerce izlerdim; içinde dönüp duran, bir köpürüp, bir durulanan çamaşırları… Makine kirlileri ıslatırken “tek tek” seçebilirdim içerde ne var ne yok.. Biraz “zaman geçince” makine deterjan alırdı.. ve köpürürdü tüm kıyafetler.. Köpürdüklerinde neyin kol, hangisinin paça olduğunu karıştırırdım.. ve yine “zaman geçer”di.. ve ben yine “tek tek” sayabilirdim ne var ne yok.. Sıra “yumuşatıcı”ya geldiğinde makine bir an dururdu; işte o an “tamam, bitti artık” diyerek üzülürdüm ben.. ama sonrasında dev makine var gücüyle döndürmeye başlardı kıyafetleri.. ve “an” gelir o kıyafetlerin değil cinsini, rengini bile ayıramazdım “dönme hızından” dolayı.. İşte o “an”; her şeyi karıştırıp, tüm çizgileri kaybeden “an”dı.. Dünya da böyle.. Ben tüm kirli çamaşırlarımla ortalıkta dolaşırken, dünya duruyor sanıyorum.. ve her duruyor dediğimde öyle bir dönmeye başlıyor ki; “unutamam” dediğim ne varsa karıştırıyor, tüm çizgilerimi kaybediyor.. Buraya kadar her şey çok güzel; ama kimi yaşanmışlıklar o “çorap teki” gibi dönen makinenin kapağına saklanıyor; makine ne kadar hızlı dönerse dönsün, o kirli çorap teki oracıkta duruyor.. Dönen makine tüm kirli çamaşırlarını temizlerken; o kirli ve ıslak çorap teki, temizleri de kirletiyor…


Keş’in parmağındaki kirpiğe bakarken de, ben her şeyi karıştırmıştım.. O kirpiğe üflerkense tüm çizgilerimi kaybetmiştim.. Geçmiş; sonunda geçmişti.. İyi geliyordu bu “çizgisizlik” bana.. O “çorap teklerini” de her duruyor dediğimde var gücüyle dönmeye başlayana; dünyaya havale ettim.. Bir tek çorap için bir dünya kıyafet tekrar tekrar yıkanmaz ki… Yazık olur renklere, solarlar…. Keş’in yüzüne bakarken de o bir türlü yıkanamayan “çorap teklerimiz”; “ortak kirlilerimiz” geliyordu aklıma.. Dünya yine dönecek.. Dönmeli de. Dönmek zorunda.


“Hadi kısımlara doğru geçelim” dedim göz kırparak.. “Tamam ama adam gibi dur bu sefer, pandik mandik atarsan kolumu sokarım” diyerek yerinden kalktı.. “He amk bi o kaldı sokacak dimi” dedim pişkin pişkin.. Aramızın iyi olması ve yaz boyu yaptığımız o telefon görüşmeleri, bana aramızda “sır” olarak kalması gerekeni makara konusu yapma ayrıcalığı tanımıştı.. Yüz yüzeyken konuşulamayan çoğu şeyin telefonla rahat bir şekilde halledilebilmesi de ayrı bir tuhaflık.. Birbirimizin “mimikler”inden mi korkuyorduk ki bu kadar? Ne bileyim… Çok tuhafız lan! Evet; tuhafız, çünkü biraz fazla insanız.


Beraber kısımlar bloğuna geçip kendi kısımlarımızdan gece bize lazım olabilecek eşyalarımızı aldık.. Ben her zamanki gibi “bir kitap+bir paket sigara”; Keş’se “bir avuç bozuk para+bir kitap”… Evet amk.. Keş de kitap okumaya başladı sonunda.. Haftasonları bu okulda kolay vakit geçirmenin en kısa yoluydu bu saman kağıdı sayfalar.. Bir de durup durup birbirimize sarmaktansa, en iyisi susup susup okumak abi! Ona önerdiğim kitap bildiğin vurdulu kırdılı “macera” tarzıydı; kalkıp da kitap okumayı sevmeyen birine “felsefe” okutamam.. Benim okuduğumsa “Üç İstanbul” isimli bir kitaptı… Keş elindeki kitaba hayatında hiç kitap görmemiş gibi bakıyordu.. “Oğlum lan sen taşısana koğuşlara kadar şunu” diyerek kitabı bana uzattı.. “Sen napcan, sikini mi kaşıycan boş ellerle?” dedim uzattığı kitabı almadan.. “He amk! Lan baksana elime bile yakışmıyor.. Hem dalga geçerler abi ya” diyerek kitabı koltukaltıma itelemeye başladı.. “Merak etme lan, onlar da okuma-yazma bilen insanlar..” deyip gülmeye başladım.. Yürürken nasıl yalvarıyor var ya “Hadi nolur sen taşı” diye anlatamam.. Merdivenlerin başına geldiğimizde kitabı yere koyup “Bak koydum buraya, vallaaa da taşımam ha!” deyip çocuk gibi omuzlarını silke silke önden yürümeye başladı.. “Çok malsın, harbi malsın, senden malı yok amk” diye söylenerek kitabı yerden aldım ve arkasından “Şşşşşt! siktirtme kahveni amk, kola al kolaaaaaaaa!” diye bağırdım.. Alt kattan “Taaaaamaaaaaaaaaaaam!” diye bağırıyordu..


Keş’e saydıra saydıra binadan çıkıp sundurma altında beklemeye başladım.. Kantinin önünde milletle makara muhabbet yapıp oyalanıyordu inadına.. Kendi kendime tribe girip “Bekleyeni siksinler amk!” diyerek sundurma altından taş bahçeye çıkarak mıymıy adımlarla koğuşların yolunu tuttum.. Tamam atarlandım beklemeyeceğim diyerek ama bir yandan da gittiğimi görsün de peşimden koşarak yetişip “Oğlum nereye gidiyon la beklesene” diyerek gönül koysun istiyordum.. İşte ibneliğin zor iş olduğunu anlamaya başladığım evreye böyle girdim.. Siki buldum mu kıllısını arıyordum.. Bana kötü davranırken “nötr” olmasını diliyordum.. Bana nötrken “iyi” davranmasını istiyordum.. Bana iyi davranırken “mıçmıç” önümde arkamda dolansın diye bekliyordum.. Işın Karaca her gün ekranlarda “Yetinmeyi Bilir misin?” diyordu demesine ama; “Biz daha oraya gelmedik, geldiğimiz yere kadar sor bize abla…”


Suratımı sarkıtıp gıdığımı şişirerek koğuşlar binasının önüne kadar geldim.. Dönüp arkama bakmak da istemiyordum, onu beklediğimi düşünmesin diye.. Göt olmuş şekilde merdivenleri iki yukarı bir aşağı tırmanırken arkamdan “Hoooooooop” diye seslendi.. Şerefsizim ki yüzüm güldü lan! İbnelik değil mi, duymazdan gelerek merdivenleri çıkmaya devam ettim.. Bizim katın girişinde arkamdan yetişip kafama vurarak “Düşündüm de ikişer kola daha iyi olur..” diyerek elindeki poşeti gösterdi.. Bildiğin varını yoğunu cipslere kolalara yatırmış zavallım.. Trip atmak ne haddime! Hemen yavşadım “Oooo süper yaa” diyerek.. Gözlerim kalp kalp etüt odasına kadar gittik; cam kenarındaki masaya kitaplarımızı koyarak en manzaralı yeri kendimize ayırdık.. Ulan 4 paket cips ve ikişer kola ve sigara! ve alayına İzmir manzaralı bir masa! Bundan romantik akşam yemeği mi olur!


Farkında değildim ama hayatımda ilk kez hoşlandığım bir erkek beni yemeğe çıkarıyordu.. Tamam yani hapis hayatı yaşıyorduk o okulda ama olsun lan! Kendince güzellikler yaratabiliyordu insan; eğer isterse… ve neye baktığın önemli değil; ne gördüğün önemli bu hayatta.. Ben etüt odasındaki o masayı en kral restauranta değişmem abi.. Kimi o masaya bakınca ders çalışmalık yer görür; bizse….


“Hadi yat yoklaması alınmadan bi sigara içelim.. Şu cipsleri de sıra altına saklayak da millet otlanmak için üşüşmesin başımıza” diyerek kolunu omzuma attı.. “Tamam hadi” diyerek cipsleri sakladım ve beraber tuvalete girdik.. Ruhu okşanınca MiğferDibi gıdıklanan bir Anıl’ım ben.. Normalde haftasonları bu saatlerde pisuvarlarla kabinler arasındaki o koridorcukta sigara içerdik, MiğferDibi’m gıdıklandığı için direk en son kabine girdim.. “Oğlum napıyon la?” diyerek bakakaldı.. “Gelsene gelsene sana bişi göstercem” diyerek şeberiyordum.. “HmmmMMMmm” diyerek aktı kabinden içeri.. Allaaaaam yarepsim öyle bir kahpeleniyorum ki utanmasam “Madenini yirim” falan dicem.. Sonra garip bir şekilde birbirimizi gıdıklamaya başladık.. Kabinde öyle bir yarılıyorduk ki “ahahaha uhuhuhu ihihihi” diye haykırarak; dışardan biri duysa sittin sene kendimizi aklayamayız.. İşte “duyan duysun”larım da böyle başladı..


Birden o kabine sigara içmek için geldiğimizi hatırlayıp ciddileştik.. Sigarayı yakıp üç nefes çektim ve Keş’e uzattım.. Hala salak salak hareketlerle birbirimize blöf yapıyorduk güldürmek için.. Sırıtmaktan ağzımızı zor toparlıyorduk sigara içmek için.. Sigaradan sonra elimin tersiyle karnına hafiften vurup yüzüne baktım.. Dilini çıkarıp göz kırparak kolunu belime attı; ve kendini bana yaklaştırarak kabinin kapısını açıp “Hadi yoklamadan önce üstümüzü başımızı değiştirelim de sigaradan yakalanmayalım” dedi.. Hafiften elimi madeninde gezdirerek “Ama…” deyip başımı eğdim.. Bu kadar istekli olmak, böylesine açık bir şekilde arzulamak alışık olduğum bir şey değildi.. Alışık olmadığım, denemeyeceğim anlamına da gelmiyor ki.. İnsan bazen duvarlarını başkasına bırakmaz, kendi yıkar.. Elinin tersiyle hafiften madenime dokunup “Amaaa…” diyerek gülmeye başladı.. Kabinin kapısı açıkken “ama ama”layarak birbirimize dokunuyorduk.. “Hadi..” diyerek göz kırpıp çıkışı işaret etti.. “Hadi” dedim “tamam” der gibi.. Ve yanyana, arzularını söndürmemiş iki insan olarak çıktık tuvaletlerden..


Bazı “an”lar “tadımlık”, bazı “an”lar “doyumluk”; bir kaçı da “seyirlik”.. Birbirimizi öyle güzel seyrediyorduk ki; öyle tadına vara vara, öyle doya doya… Bu yüzden ben bu filmden hiç kopamıyordum..

Yorumlar