Bölüm 167

Yemekten sonraki yoklamanın ardından bu sefer ben gittim onların kısım kapısına beklemeye.. “Yoklama onların taraftan başlasın da beni kapıda beklesin” diye dilediğim için olsa gerek, yoklama bizim taraftan alınmaya başlandı.. Dedim “Oğlum kalk Anıl; her şeyi de devletten bekleme”.. Pan’a yaptığım gibi yine kapıda hocanın arkasından abidik kubidik hareketlerle Keş’in dikkatini dağıtmaya çalışıyordum.. Hoca hiç arkasına dönmeden “Eğleniyor musun bari?” diye sorunca birden kollarımı aşağıya indirdim ve o an hocanın camdaki yansımasıyla göz göze geldim.. “Arı girmiş hocam ondan şe’ettim” diyerek başımı önüme eğdim.. Hoca; “Arının nereye girdiği belli.” diyerek yoklama almaya devam ederken, Keş’in kısımdakiler yüzlerini saklaya saklaya yarılıyordu..


Abi lanetli miyim neyim bilmiyorum ama… Yani, başkası yapsa yakalanmıyor; ben her defasında yakayı ele veriyorum.. Hayır bi de öğretmensin sen! ve oraya yoklama almaya girmişsin.. Ne diye camdaki yansımalara bakıyorsun ki? Öğrencileri camdan mı sayıyorlar bunlar… Anlamıyorum ki..


Yoklamanın ardından Keş hemen koridora çıkıp “Oyyy arı mı girmiş Anıl’ıma” diyerek bi makas aldı yanağımdan.. “Bak yine o hassas bölgeye sataşıyorsun; yemin ederim ellerin nasır tutana kadar osbir çekmeye mahkum ederim seni görürsün..” diyerek yüzüne ciddi ciddi bakmaya başladım.. Gözlerini “şaşı bak şaşır” modunda pörtleterek o renkli kısımları burnunun oraya yaklaştırıp beni dinlemeye başladı.. Piçin şebekliğinden ne diyeceğimi unutup bir anda yarılarak gülmeye başlayınca, “Oh be, bir dahakine bu kadar uzun sürmesin, harbiden şaşı olcam seni güldürcem derken” diyerek kolunu omzuma attı..


Onunla böyle serseri serseri “Sikmişiz dünyayı” havalarında okul koridorlarında yürürken kendimi; sanki dünyada bir tek biz kalmışız gibi hissediyordum.. Nasıl desem; oğlum anla işte lan! “Dünya bizimdi” o anlarda diyorum.. Dünyayı biz yönetiyorduk.. Çünkü bizim bildiğimiz, bize kalıyor; ve başka kimsenin ruhu duymuyordu.. Dünyayı kekliyorduk.. Herkes bizi “çok yakın arkadaş bunlar” diye tanımlarken, bizim birbirimizdeki tanımlarımız “ne kadar yakın olduğumuzu tahmin bile edemezsiniz” tadındaydı.. Onunlayken; kimsenin bana konduramadığı “götverenlik”i ben kendime çok yakıştırıyordum.. Kendimi böylesine büyük bir sevecenlikle kabullenmeyi geçtim; bir de kendimden şanslısının olmadığını düşünüyordum..


Lan lisedesin! Ailenden uzaksın… Kimse senin kahrını çekmiyor, hafif huysuzlandığında cezayı kösüveriyorlar.. Sindirilmişsin.. Susturulmuşsun.. “Tek Tip”leştiriliyorsun.. Dünyanın sorumluluğu omuzlarına binmiş; o da yetmezmiş gibi “Bakın oğlunuz böyle devam ederse okuldan atmak durumunda kalıcaz ve dünyanın tazminatını ödemek zorunda kalacaksınız” diye hemen her hafta aileni de korkutuyorlar.. Okul yeterince üstüne gelememiş gibi ailen de üstüne gelmeye başlıyor.. ve sen buna rağmen “isyandasın”.. “aykırısın”… “farkındasın”… “kahrını çeken biri var”… “onun da nazı sana geçiyor”… Lisedesin ama omuzlarına yüklenen dünyayı sikip, kendi dünyanı yaratmışsın.. ve o yarattığın dünyada “yalnız” değilsin… Gel de şanslı olduğunu düşünme abi!


Keş’le kullandığımız “sebamed”, sivilcelere karşı birebir etkili yüz yıkama sabunu, bile ortaktı.. Aynı dertlerin, farklı fertleriydik.. Bu yüzden birbirimizi anlamakta gecikmiş, fakat çok zorlanmamıştık.. Kısımlar bloğundaki tuvalette bir sigarayı paylaştıktan sonra aynı anda lavabolardan iki yudum su içip nefesimizi tazeleyerek koridora çıktık ve merdivenlere yöneldik.. Merdivenlere yöneldik diyorum çünkü bizim dananın kolu omzumda diye, o beni nereye çekerse ben oraya yöneliyordum..


Merdivenlerden inerken aşağıdan nöbetçi hocalardan birinin sesi gelince hemen kolunu omzumdan çekti ve ikimiz de kendimize çeki düzen verdik.. Bizi bu kadar yakın gören öğrenciler “kanka bunlar yeaaa” diyebilir ama bu yakınlık hocaların gözünde “kesin bi boklar karıştırıyor bunlar”a dönebilirdi.. Hocanın yanından tintin tintin parmak uçlarımızda ve başımız eğik şekilde sıvışarak sundurma altına çıktık.. Bir anda Keş “Dur la bir şey unuttum” diyerek içeri yöneldi.. “Ne unuttun la belki koğuşlarda bırakmışsındır” dedim.. “Lan bugün cumartesi, eve ekmek getirmek lazım” diye gülerek koşar adım kantine girdi.. Yine bizimki orada muhabbete dalar beni unutur deyip arkamı dönüp yürümeye başladım..


Koğuşlar bloğuna girerken arkamdan pat pat pat pat diye koşarak yetişti.. “Bir kere de beklesen ölür müsün amcık!” dedi nefes nefese.. “Tek başına yürüsen ölür müsün göt!” diyerek koluna hafif bir dirsek attım.. “Ölürüm amk sanane!” diyerek poşeti bana uzattı… “Oy oy oy oy yavrum benim beee yine donatcaz masayı desene” diye gülerek poşeti açıp içindekilere baka baka merdivenlerden çıkmaya başladık.. Bizim kata vardığımızda “Bunları burda bırakıp okul içinde bi turlasak mı ki? Hem daha saat erken?” diyerek Keş’e döndüm.. Kafasını öyle bir “evet evet” der gibi sallıyordu ki; dayanamayıp ensesine şamarı gömüp “Konuşsana abi dilini mi yuttun” diyerek koşmaya başladım.. Bizim koğuşa girdiğimizde tek eliyle kolumdan diğeriyle de ensemden tutup sıkarak “Yapcan mı ha! Vurcan mı lan bi daha?” diye gülmeye başladı.. “Bıraksana piiiiiiiiiiç!” diye bağırıyordum.. Birbirimizi ite kaka pencere kenarına kadar gelince, poşeti elimle pencereden sarkıtarak “Bak bırakmazsan atarım aşağı! Bak atıyorum! Atıyorum dedim! Atıyoruummmmm! Aaaaaaaaaatttttt-tım” diye ciyaklamaya başladım.. Ben o son “Aaaaaattt-tım”ı çekerken bu da elini ensemden çekip iki eliyle koluma yapışmış; beni pencereden uzaklaştırmaya çalışıyordu..


Birden ayağım kaydı ve göt üstü yere oturdum.. Öyle ani ve öyle hızlı yapıştım ki; çanak, çömlek, tabak, bardak ne varsa kırdım.. Yok lan! MiğferDibi’mden bahsediyorum.. Sinirle arkama dönüp bağırmak üzereydim ki Keş de arkada yere oturmuş götünü sıvazlıyordu.. Tüm o sinire ve acıya rağmen, bir göz göze gelmek yetti yüzümüzü güldürmeye.. “Hadi hadi şunları bırakalım da çıkalım amk” diyerek yerden kalkıp elimi uzattım ve onu da kaldırdım..


Koğuşlar bloğundan çıkarken “Ah beee! Keşke kola alsaydık yanımıza” diyerek durdum.. “He amk! Onları alalım da açarken yıkanmış oluruz hem” diyerek “Mal mısın” bakışı attı yüzüme.. “İyi o zaman hadi kantinden alalım” dedim sıkkın sıkkın.. “Tamam hadi gel” diyerek kolunu yine omzuma attı.. Bir şey farkettim de; o ne zaman kolunu omzuma atsa, bende bir sakinleşme, bir uysallaşma, bir yola gelme durumları falan oluyor lan.. “İbresi şaşmış terazim” dengeyi bulmak için “bir kol”luk ağırlığa mı gerek duyuyordu ne? Normalde nefret ederim uzun süre birinin kolunun altında gezmekten; engelli olmadığı sürece kimsenin kolunun altına bu kadar uzun süre giremem.. Maşallah bizimki sabahtan beri beni kolunun altına alma modunda.. Hayır bir de yürürken tüm ağırlık bana biniyor gibi hissediyorum.. Buna rağmen sakinleştirici bir etkisi de varmış.. Sanırım bunu o da keşfetti ki ne zaman trip atmaya kalksam “gel gel buraya gel seni sıpa” der gibi kolunu omzuma atıp beni yürütüyordu.. Bundan önceki hayatımda “koltukaltı biti” miydim acep?


Kantinden kolaları aldıktan sonra taş bahçeye çıkıp, meşhur yerimize doğru yürümeye başladık.. Çim sahaya vardığımızda; “Oğlum niye hep burada takılıyorsun yalnız kalmak istediğinde?” diyerek, boşta kalan eliyle tankerleri gösterdi.. “Çünkü oraya kimse gelmiyor” dedim.. “ama ben geldim?” dedi “yani o kadar da kimsenin gelmediği bir yer değil” der gibi.. “Çünkü sen malsın.” diyerek belini mıncırdım.. Kendimizi tutamayıp yine gülmeye başladık; “Galiba haklısın” diyerek gülmeye devam etti..


Gizli Bahçe’ye bağdaş kurarak oturup kolalarımızı açarak önümüze koyduk.. O büyükçe bir taşa yaslanıyordu, ben de ona.. Bir ara “Oğlum kolum uyuştu lan! Sen de taşa yaslansana!” diye şikayet edince; “He amk! Taşa yaslanayım da osurduğumda yine ölü taklidi yap” diyerek omuz silktim.. Saçlarımı öyle bir karıştırarak silkeliyordu ki beni; elimdeki kolanın yarısını çimler içti.. Orospu çimler! “Lan allaaam yeaa harbiden de mallıkta sınır yok!” diyerek elime bulaşan kolaları onun üstüne sildim.. “Banane ben anlamam abi! Benimki bitince seninkiden otlanırım!” dedim.. “Tamam tamam, söz yavaş içicem” diyerek kolayı dikmesiyle, elini ağzından çekmem bir oldu.. Bütün kola bunun gömlekten içeri aktı.. O an bana bakışının tarifi yok! Bir anda gözlerimi şaşılaştırarak kaşlarımı “özür dilerim” moduna alıp ona döndüm.. “Harbiden de böyle bakınca kızmak zor oluyomuş” diyerek kafama hafifçe vurdu.. “Olsun olsun, hem kolanın ferahlatıcı etkisi burdan geliyor” diye kafa sallıyordum ciddi ciddi.. Bir yudumluk kolayı kafamdan aşağı döküp “Kıyamadım oğlum, sen de biraz ferahla istedim” diyerek gülmeye başladı..


Üstümüz başımız yapış yapış kola olmuş şekilde koğuşlara dönüp, bornozlarımızı giyerek banyoların yolunu tuttuk.. Yanımızda bir şampuan vardı; ortak kullanmalık.. ve bir tane lif; tam paylaşmalık…


Duşlar bu saatlerde pek kalabalık olmadığından en sondaki duş odasını seçip, orada da kapıya en yakın olan kabine geçtik.. Duş almaya gelen bir başkası olursa, birimiz bornozunu giyerek ses çıkarmadan kapıdan sıvışabilsin diye… Bornozunu çıkarıp kapıya astı ve benim bornozumu da çıkararak kendi bornozunun altına sakladı.. Yere çarpan sıcak su; ayaklarıma sıçrarken hafiften gıdıklıyordu..


İİk kez birbirimizin karşısında ve ikimiz de anadan doğma.. “Anadan doğma”ydık; yalındık, oyunlardan uzak, istekleri basit, kaygıları ortak, arzuları buluşan, birbirini anlayan iki insan yalınlığı.. Annelerimizden de böyle doğmuyor muyuz; tamamen “yalın” ihtiyaçlarla? Yalınlık güzeldir.. Yalınlık arıdır.. Yalınlık yormaz.. Yalınlık huzurdur… Yalınlık sensin be Keş. ve Bazen de ben.


Kirlenelim be çocuk! Önce dibine kadar kirlenelim; sonrası kolay… Dünyada hala su var ve bu su hiç durmaz..


Gözlerimizi kapatarak kendimizi suya teslim ettik.. Kirlenmeye geç; arınmaya erken.

Yorumlar