Bölüm 165

Cuma akşamüstü ben yine favori kısmımdaki yerimi alarak gidenleri izlemeye başladım..


Rüzgarlıydı İzmir’im o gün; isyandaydı.. Göğün mavisi toz, denizin mavisiyse köpük yutmuştu.. Buna rağmen yine de Karşıyaka zor seçiliyordu, sıcağı sıcaktır Eylül aylarının buralarda.. Körfeze ne zamandır hiç böyle “anlamaya çalışarak” bakmadığımı farkettim.. Biriktirdiğim tüm o yaşanmışlıklar mı perde olmuştu gözlerime; yoksa ben mi “alıştığım şeyleri” görmezden gelmeye başlamıştım.. Çam ağaçları hala aynı yerindeydi.. Parmak uçlarımda yükselip hafif aşağı sarkıldığımda; kantinin önündeki balkonları görüyordum.. Bu genişçe balkonlar aynı zamanda yemekhanelerin önünde “sundurma” işlevi görüyordu..


Her sınıfın binasının önünde yuvarlak şekilde büyükçe bir taşlık vardı.. Taşlık dediğime bakmayın, bunları yemek tabakları gibi düşünün; devasa yemek tabakları.. O tabakların kenarlarıysa insanların oturabileceği genişlikte.. Bu tabaksı taş yapının ortasında büsbüyük bir satranç alanı vardı.. İnsan büyüklüğünde piyonlar yerleştirebileceğin büyüklükte bir satranç alanı düşünün; beyaz ve siyah mermerden yapılmış.. 3. kat penceresinden bakarken, kabataslak bir hesap yaptığımda, bu dairesel taşlıkların çapı aşağı yukarı 8-10 metre falandır.. Aklıma hazırlık sınıfındaki hallerimiz gelmişti.. 32 öğrenci sözleşmiş, üzerlerimize “piyon, at, kale, şah, vezir, fil” vs yazarak “satranç” oynamıştık.. Şimdilerde kimseler oynamıyor; iki kişinin bile anlaşması böylesine zorken otuziki kişi sözleşmek…..


Her bina arasından genişçe taş bir yol kesiyordu bahçeyi… ve bu taş yollar; satranç alanlarının sağından solundan geçerek, dersliklerin olduğu binaya paralel olan diğer bir taş yolla birleşiyordu.. İşte hatırlıyorsanız, ilk o taş yolda Gürbüz kolunu omzuma atmıştı.. ve ben ilk kez o yolda yürürken “kendini frenlemek ne demektir, neyi gerektirir?” çözmüştüm.. İçimden “Vay be… Geçiyor işte zaman.. Öyle ya da böyle.” diyerek suratımı astım.. Bizim binaya paralel olan bu taş yolda sağlı sollu banklar dizili… Şu an orada ikişerli üçerli oturan öğrenci gruplarını nasıl kıskanıyorum anlatamam.. Az ilerde okul girişi var.. girişin sağında “bekleme salonu”nun olduğu tek katlı bina.. ve onun sağında da kafeteryamız.. Hani Pan’ın babası ve annesiyle son buluştuğumda kahve içtiğim kafeterya..


Hiç o hisse kapıldınız mı? Bildiğiniz yerleri izlerken “İşte burası, tam da burası şunu yaşadığım an’a şahit olan yer…” duygusu.. Onlarca belediye otobüsü sırayla giriş yapıyordu okula.. Bu otobüslerin kırmızısı, önümdeki manzaranın yeşili ve mavisiyle nasıl tezat; nasıl bir inat… Otobüslerin yeri göğü inleten bir gürültüyle okulun içine girişlerini izlerken, gözüm Efsane’ye son kez sarıldığım noktaya takıldı.. Yemin ediyorum ki “içim acıdı”… Ezildim o an’ı hatırlayınca.. Ezildim tüm o “yaşanamayanların” altında.. Hep böyle olmaz mı? Ne zaman bırakır yakamızı şu “Daha mı iyi olurdu acaba?” sorusu?


O canım çam ağaçlarımı yalnız bırakan orospu çimler nihayet kurumuştu.. Oh olsun! Bakın çamlar hala yeşil! Hala güzeller! ve hala yalnızlar….


Sararmış çimlerin ortasında yine manzaraya tezat, doğaya inat o kırmızı vanalar.. Hani şu itfaiye vanalarından, ortalama bir hobbit boyunda olanlardan; sağında ve solunda belli bir açıyla yere doğru meyleden kısa çıkıntıları var.. İçimden “Başka renk mi yoktu ki cart kırmızıya boyadınız siktimini vanalarını” diye söverken aniden utandım; “Doğru yaaa… Yangın çıktığında hemen göze çarpsın diye bu renkte boyamışlar” diye düşünerek.. Bahçeden canım sıkıldı ve gözlerim köpürmüş maviyi aradı.. Hah işte hala orada..


Pencerenin o mermer pervazında birikmiş tozları parmağımla aşağıya ittiriyordum.. Hava bu kadar sıcakken, soğuk mermere dokunmak ferahlatıcıydı.. Parmak uçlarımda aşağı sarkılırken, karnıma baskı yapan alüminyum çerçeve midemi bulandırdı.. Kendimi geri çekip yeniden “insan gibi” izlemeye başladım.. Okul girişinden dümdüz kütüphaneye ve oradan da çim sahaların sol tarafından yüzme havuzuna doğru çıkan o “anayol”a bakıyordum.. Bu yolun kaldırımları tadilattan geçmişti, o kenar taşları yeniden “sarı-beyaz” boyanarak; yeni görünmeleri sağlanmıştı.. Güzel de olmuştu aslında, eski hali çok kötü görünüyordu..Bu kaldırım kenarları okul içinde “sarı-beyaz”ken; okul dışında kalan bölüm ise “mavi-beyaz”dı.. Öğrencilerin “Sağol” diye bağıran sesleri beni kendime getirdi..


Arkamdan “Cee!” diyerek biri iki eliyle birden belimden tuttu.. Öyle bir sıçradım ki “Poorrrt!” diye bir ses geldi benden.. Arkamda Keş gözleri kapalı boylu boyunca yere uzanmış duruyordu öylece.. “Oğlum mal mısın lan korkutulur mu öyle!” diye bağırdım; ses yok.. “Şşşşt sana diyorum amk sanaaa! Camdan atlayabilirdim!” dedim; yine ses yok.. “Abi napıyorsun allasen?” diyerek kollarımı bağlayıp yüzüne bakmaya başladım.. Nefes aldığını görmesem bayıldı falan sanacağım.. Aradan bir dakika falan geçti; bizimki hafif sırıtarak tek gözünü açıp “Osuracağını bilsem korkutmazdım lan.. Şu an müsadenle bir süreliğine bitkisel hayata giriyorum..” diyerek yeniden yumdu gözlerini.. Öyle bir kızardım ki! Halbuki o osurduğumu duymadı sanıp bozuntuya vermeden aklım sıra üste çıkmaya çalışıyordum.. Gözleri kapalıyken bile otuziki diş sırıtıyordu piç!


Kısımdan nasıl kaçtığımı bir ben bir Allah bilir.. Öyle bir koşuyorum ki utancımdan, yetişmesi imkansız.. Hemen bir alt kata inip kendi kısmıma girdim ve sigaramı alıp tuvaletlere kaçtım.. Kabine girdiğimde gözlerim fal taşı gibi açık “Offfff naptım ben yaaa” diye düşünerek duvara diktim gözlerimi.. Sigarayı yakıp çömeldiğimde biraz biraz rahatlamıştım, utanç yavaştan üzerimden kalkmaya başladı.. Derken yine o “Poorrrt!” sesi geldi aklıma.. Pan’ın yanında iştahla osuruyordum ama.. ama ama ama… Abi rezilin önde gideniyim lan! İnsan bi götüne sahip çıkamaz mı! Offff of of of of!!!


Sigarayı içtikten sonra kapıyı sessizce aralayıp tuvalete göz gezdirdim.. “İyi iyi kimse yok” diyerek parmak uçlarımda koridora çıkıp sağa sola baktım ve merdivenlere yöneldim.. Aşağı baka baka iniyordum ki karşılaşmayım.. Doğruca kantine girip bir kaç brownie alarak koğuşlara kaçtım.. Yok abi! Bu akşam yemeğe katılamam! Beni görünce iştahı kaçar; hem kim karşısında “götünü tutamayan” biriyle yemek yiyebilir ki… Brownie’leri yastığımın içine doldurduktan sonra yeniden kısımlar bloğuna dönüp kendi kısmıma geçtim ve kitap okumaya başladım.. Kitap önümde açık duruyor ve ben okuyorum ama her paragrafın sonu bir adet nur topu gibi “Poorrrt!” bana.. O kadar utanıyorum ki avuçlarım terliyor.. Kitabı tuttuğum yerleri bile yumuşattı o ter..


Başımı kitaptan kaldırıp pencerelere doğru bakıyorum ve yine beni o korkuttuğu an geliyor aklıma.. Offff bir de uzandı yere ölü taklidi yaptı yaa..


Yoklama alındıktan hemen sonra tankerlerin oraya saklanma kararı aldım.. İçimden “Umarım ilk bizim taraftan başlanır yoklamaya” diye dua ederek nöbetçi hocayı bekliyordum.. Nöbetçi hocayla beraber Keş de kapıda göründü; pis pis sırıtıyordu hala.. Yoklamadan sonra yine koridorda beraber yürümeye başladık.. Yüzümden düşen bin parça; “Amına koduum ne diye yüzüme vuruyor ki bu kadar! İnsanlık hali! İnsaf yeaa!” diye düşünerek yürüyordum yanında.. Birden ayakkabısını bağlamak için eğilip geride kalarak ağzını koluna dayayıp “Poorrrt!” sesi çıkardı ve yeniden yere uzandı..


Bir saniye kadar yüzüne bakar gibi oldum ve koşarak merdivenlerden inip bahçeye çıktım.. Nasıl yardırarak koşuyorum var ya; çıplak gözle görülemeyecek hıza ulaşmış olmalıyım.. Tankerlere yaklaştıkça uluyarak ağlamaya başladım.. Bir osuruk için mi ağladım? Evet; bir osuruk yüzünden ağladım.. Normalde Keş’in bu yaptıklarını Pan yapsa “Dur kardeşim, sen kolunla güzel ses çıkaramıyon” deyip yeniden osurarak avaz avaz gülerdim.. Gülen kişi Keş olunca nedense birden deli gibi ağlamaya başlamıştım.. Durup durup kendime “Yaa oğlum alt tarafı osurdun” deyip sakinleşiyorum; ardından yine “ama osurdum yeaaaaa” diyerek ağlamaya başlıyorum.. Hem osuran birini kim ne yapsın amk!


Bir saat kadar aralıksız ağladıktan sonra, burnumu çeke çeke sakinleşme moduna ancak girebilmiştim.. 20 metre kadar öteden “Benim ben! Gelebilir miyim?” diye seslendi o ses bana.. İçimden “Gelmesin gelmesin gelmesin” diye sayıklarken, “Olur” dedim bir anda.. Usulca gelip yanıma oturdu.. Yüzüne bakamıyordum utanmaktan.. “Oğlum ya alt tarafı iki makara yapıyoruz.. Bilseydim bu kadar kafaya takacağını…” deyip sustu.. Çünkü ben o masum sesi duyunca yine su koyvermiş ve fınk fınk ağlamaya başlamıştım.. “Şşşşşt, sakin” diyerek kolunu omzuma attı ve ben daha da kahroldum.. Hani o gülerken, güldüğü şeyin ne olduğunu unutana dek gülen ben; ağlarken de aynıydım.. An itibariyle ne için ağladığımı bile bilmiyordum ama ağladıkça ağlayasım geliyordu.. Bir ara sakinleşir gibi olarak “Buldu bi delik, çıktı bi soluk! Ne gülüyosun lan sokuk!” dedim ağlak bir sesle.. Yüzüme bakarak, sırıtmaya başladı; gülmemek için kendini zor tutuyordu.. O böyle sırıtırken benim de saçma bir şekilde gülesim geliyordu.. Bir anda avaz avaz gülmeye başladık.. Yerdeki çakılları tekmeliyorduk oturduğumuz yerde gülerken..


Yarım paket sigara sonrası normale dönmüş şekilde otururken “Abi yaa, bir daha götümle ilgili konularda yapma böyle.. Hassas noktam olduğunu en iyi sen biliyorsun!” diyerek yüzüne baktım.. Omzumdaki kolunu hafif kaldırıp eliyle saçlarımı karıştırarak “Tamam lan.. Sen istedin de neyi yapmadık oğlum; ayıp ediyon!” diyerek gülümsedi.. O an bunu deyiş şeklinden mi, yoksa böyle sakin sakin oturmaktan mı bilmiyorum ama madenim yerinde duramıyordu.. “Pşşt” diyerek göz kırpıp sol elini madenimin üstüne koydum.. “Vaaay!” diyerek gülümsedi ve o da benim sağ elimi kendi madeninin üzerine koydu.. “Vaayy!” diyerek sustum..


Efsanelere konu olan kahramanlara aşık olup duruyoruz.. Tüm o “efsaneler” hiç teşekkür etti mi efsane olduklarını “yazan kişilere”? O kişiler yazmasa; kaçımız o efsanelere inanacaktık? ya da şöyle sorayım; kaçımızın “onların birer efsane olduğundan” haberi olacaktı? “Yazan” mı asıl kahraman o hikayelerde; yoksa karakterler mi? Ben henüz “efsaneler yazamıyordum”; fakat o an.. O an “efsane” yaşadığımın çok farkındaydım.. Pencereden bakarken aklıma gelen Efsane; okulun efsanesiydi.. Şu anda kolu omzumda, eli madenimde olan efsane ise “benim efsanem”..


Keş mükemmel değil… Keş dünya yakışıklısı değil… Evet; Keş bir Efsane kadar “ideal” değil.. ama o “benim”!.. Keş “benim” Keş’im… Hangimiz mükemmeliz ki?.. Bildiğim bir şey varsa; o da “mükemmel olamama”nın çok mükemmel olduğuydu.. Bildiğim bir diğer şey ise; “poorrrt”lara rağmen sana sarılan birinden daha mükemmelinin olmadığı…


“Sevişmek” ile “sevişmek” arasındaki farkı gördüm o tankerlerin arkasında.. Kabinlerde sevişiyorduk.. Tankerlerin ardındaysa sevişmiştik.. Ben onu sevmiştim.. O beni sevmişti.. İki kişinin birbirini sevmesidir “sevişmek”. İki kişinin birbirini sevmesi..


O gece iki kere kabinlere girdik.. ve sabaha kadar yan yana etüt odasında sigara içip İzmir’i seyrettik.. Zor değildi aslında lan! Zor değildi o kadar da, bir insanı sevebilmek.. Sevildiğini hissetmekse…..


Beni o gün ağlatan; “utanç” değil, “sevilememek” korkusuydu.. Ya “benden vazgeçerse” kaygısı.. O gün beni ağlatan Keş, aynı zamanda güldürmüştü de.. Hem öyle demiyorlar mı?: “Mutlulukta ve sağlıkta… Gecede ve gündüzde.. Kederde ve hüzünde.. Hiç bir baskı altında kalmadan…… Kabul ediyor musun?”


Etmez miyim lan!…

Yorumlar