Bölüm 168 + 169

Ben onun gözlerine geceyi indirirken yavaşça, o benim gözlerime doğuyordu.. Parmaklarımdan süzülen suyun vücudundan aşağıya inişi…. Alnına inen saçlarını geriye atıp güldüm.. Başımı hafif eğdim.. Yukarıdan gelen su, saçlarımın ön tarafını üçgenleştirerek tek çizgi halinde onun ayaklarının arasına akıyordu.. Ellerini omuzlarıma koydu… Başımı kaldırdım.. ve gözlerinden gece silinip, yeni bir şafak doğdu.. Yeni bir şafak..


Şampuanı açıp kendi saçlarımı köpürttüm.. Ellerimden tutup durdurdu beni.. Saçımdaki şampuanı alıp boynuma, omuzlarıma, oradan da göğsüme doğru indi köpük köpük.. Beyaz’a boyadı beni, tüm siyahlarımı kapatmak ister gibi.. ve bir avuç şampuan da ben aldım; onun siyahları için… Ellerimizi birbirimizin vücudunda gezdirmiyorduk o an.. Sadece omuzlarımıza dokunuyor ve gerisini yer çekimine bırakıyorduk.. Direniyorduk.. Yer çekimine… Birbirimize.. ve Bize günah gördükleri hayata.. Yıkanıyordum; sevdiğim adam tarafından yıkanıyordum.. ve yıkıyordum da.. düşüncesi düşlerimi yıkan yalnızlığı yıkıyordum köpük köpük.. Nefesi burnumu öperken; bir yudum kola, bir lokma brownie, bir fırtlık sigara ve bir dünya Keş çektim içime… Burnunun ucundan süzülen su, dudaklarından göğsüme sekiyordu.. Kirpiklerim de kirpikleri kadar üşüyor mudur? Kirpiklerim de kirpikleri kadar sarılıyor mudur birbirine ıslandıkça… “Gel buraya üşüyeceksin” diyerek tamamımı çekti suyun altına; birazım bile kalmadı geride… Kirpiklerim de kirpikleri kadar üşüyormuş demekki.. “Ya sen?” dedim.. Kendini bana yaklaştırarak, tamamıyla geldi sıcak suyun altına.. Bir avuç suya sığınmış iki insan; yetecek mi bu su bizi saklamaya… Yetecek mi dersin be “adam”..


Kollarımı kollarına sardım.. Sırtından süzülen suya avuç açarak sarıldım ona.. İki elini benim göğsümde kavuşturdu.. Kalbimizden geçeni dilerken ellerimizi göğsümüzde kavuştururuz ya.. Kendi kalbinden geçeni dilemiyordu o an; eller onun, göğüs benimdi.. Yüzüne bakıp yeniden gülümsedim.. “Acaba o da görüyor mu şu an benim gördüklerimi?”..


Köpüklerimizi bir avuç suya teslim ettik, bıraktık su halletsin, bıraktık su bizi…… Bilseydim.


Su bile yere çarpmayı bırakmış, vücudumuzdan akarak o çarptığı yerden özür dilercesine süzülüyordu.. Sızım sızım… Sessiz ve sakin.


Ona bakmak istiyordum ama gözümü her açtığımda su yakıyordu.. Yıkayan su, yakıyordu da.. Alnımı alnına yasladım.. Başlarımız öne eğik.. Omuzlarımız suyun olmuş, biz birbirimizin.. Öyle sakin ve öyle derin derin nefes alıp veriyor ki.. Dokunmaya kıyamıyorum, uyanmasın.. Kalsın böyle istiyorum..


Göğsümde kavuşan elleri ayrılıp iki yanımı buldu.. Sağım Keş.. Solum Keş… Önüm Keş.. Arkam piç… Arkam ibne… Arkam orospu.. Arkamla insanların alıp veremediği var.


İnsanlar sırt sırta vererek hayata göğüs gerer ya.. Biz o en çok yaralanan yerlerimizi birbirimize dönerek hayata sırt çeviriyorduk.. Çünkü hayatın da sırtımızla, arkamızla alıp veremediği var.. Kimse bize “göğüs geren” demiyor ki.. Gel “götveren”… Git “götveren”.. Birbirimize üç yanımızla sarılıyorduk.. Belki herkes bizi… ama biz hiç birbirimizi oradan yaralamayalım diye… İlk kez tamamımla “Keşke” dediğim geceydi.. “Keşke saklamak… Keşke saklanmak… Keşke zorunda.. Keşke bırakılmasaydık.”


Biraz daha şampuan.. Kartopuna dönmüş bir lif.. Yıkanması gereken iki ten, iki beden..


Boynundan sırtına, omuzlarından göğsüne, belinden kasıklarına… Madenlerimiz.. Öyle güzel gururlandırıyorduk ki birbirimizi, öyle özleyerek.. Bana bir dokunuşu içimi, en “ben” olduğum yeri gıdıklıyordu.. Ne zaman içim gıdıklansa, kalbim güler benim.. Ona bir dokunuşumsa… İsyan sebebiydi lan! “İstiyorum seni amk; duydun mu? İstiyorum!” sebebiydi..


Gözlerimiz kapalı, birbirimizi tepeden tırnağa ikinci kez köpürtmüş halde, yine alnımı alnına yaslayarak dinlendim ayakta.. Bu sefer benim ellerim onun göğsünde kavuşmuştu.. Hayalimle, hayali buluşsun istedim.. Düşümle, düşleri.. Fikrimle, fikri.. Başımız öne eğikken hafiften güldü.. “Ne oldu?” diye sormadım bile, sadece gülerek eşlik ettim.. Sorduğumuz yeri çoktan geçmiştik; varmıştık artık.. Şimdi biraz sessizlik.. Bu çocukların dinlenmesi gerek.


Fısıldayarak “İstiyor musun?” diye sordum.. Gözlerimiz kapalı, on parmağımızla görüyorduk birbirimizi.. Dokunmak güzel.. Dokunmak hasret… Dokunmak yakın… “Yok…” diyerek sustu.. Kafam güzel… Kafam karışık… Kafam uzaklarda.. “Neden?” dedim elim erkekliğinde gezerken.. “Şampuan yakar…” diyerek yine sustu.. Gözlerim kapalı… Gözlerim benim olanı… Gözlerim ıslak.. “Anladım” der gibi yan bir gülüş attım.. Ellerimiz birbirimizde… Ellerimiz sahipli… Ellerimiz buruşmuş..


İyice durulandıktan sonra, onun bornozunu ben, benim bornozumu o giydi.. Biz o duşlardayken kimse koridordan geçmemişti.. Bir tek biz geçmiştik.. Güzel güzel, bile isteye kendimizden geçmiştik.. Neyin kime ait olduğunu unuturcasına.. ve Biz orada bir avuç suya teslimken kimse gelmedi duş almaya.. Bir tek biz geldik.. Doya doya, kana kana kendimize geldik..


Koğuşlara doğru çıkarken “Acıktın mı? Sanki ben acıktım” diyerek bana döndü.. Bunu derken bornozunun yenleriyle saçını kuruluyordu.. Başımı öne eğip “Beni de kurula” der gibi baktım yüzüne.. Birbirimizin saçını kavga eder gibi kurulayarak çıktık bizim kata.. O kendi yatakhanesine ben kendi yatakhaneme.. “Hadi çabuk giyin de etüt odasına geçek!” diye seslendi.. “Dur bi yoklama alınsın! Giyinince bir sigara içer yoklamaya kadar oyalanırız.. Hem daha gece uzun. ” diye seslendim.. Son cümleyi mırıldanarak söylemiştim..


Gece hem uzun, hem de bizim olsun.. Her şey bizim… Biz birbirimizin.






BÖLÜM 169




Yoklama sonrasında koğuşuma gelip beni kolumdan sürükleyerek “Acıktıııııımmmmmm!” diye çıldıra çıldıra etüt odasına götürdü.. Sürükleyerek derken harbiden de sürükleyerek; yerler cilalı taş döşeme olduğundan, dolabın yerini değiştirmek için iterken bile ayakları kayıyordu insanın.. “Acıkmış bir Keş” ise sürüklenme sebebiydi bu yerlerde.. Terliklerimin üzerinde kayak yapar gibi etüt odasına girdim..


Hemen birer kola açıp, ardından birer brownie’yi tek hamlede ağzımıza attık.. “Hadi yarışalım!” dedim ağzım doluyken.. 10’ar brownie vardı önümüzde.. “Neyine?” diye sordu.. “Ben kazanırsam bir hafta boyunca ne istersem onu yapacaksın?” dedim.. “Peki ya ben kazanırsam?” diye sordu.. “Hmmm.. Sen kazanırsan da.. Bir hafta boyunca hiç ama hiç trip atmam, surat asmam, hatta sensiz kabine bile girmem” dedim.. “HmmmMMMmmm” çekti piç piç ve ekledi “Son kısım için bu iddiaya girilir abi” diye.. Bir anda hayvanlar gibi önümüzdeki paketlere yumulduk.. Birini açıp ağzımıza atıyoruz, daha onu yutmadan diğerini tıkıştırmaya çalışıyoruz.. Ağızlarımız o kadar dolu ki bir yudum kolalık yer yok.. Bir yandan o brownieleri yerken bir yandan da birbirimize baktıkça 32 diş sırıtıyoruz..


Hiç brownie yerken 32 diş sırıtarak aynaya baktınız mı? Bakmayın!


Birbirimizi, brownie yeyip sırıtırken görünce suratlarımız ekşidi; bir sonraki brownielere iştah miştah kalmadı.. Ağzımdakilerin bi kısmını yutup nefes alabilecek boşluğu yaratır yaratmaz boğuk bir sesle “Offf Keş sikiiim abi çok iğrençsin offff”lamaya başladım.. “Siktir lan iştahımı kapadın sen daha iğrençsin ööööögh öööööeeehhhh” deyip duruyordu.. Brownielerin tadı ağzımızdan gidene kadar “Sen iğrençsin! Hayır sen iğrençsin! Siktir lan sen daha iğrençsin! Amk senin; en iğrenci sensin!” deyip durduk birbirimize.. Bir de öyle güzel “iğrençsin” diyoruz ki; ikimizin de kollar bacaklar an itibariyle ters dönmüş hamamböcekleri gibi sağa sola yukarı aşağı çırpınıp duruyor..


Brownie iddiasından beklediğimiz sonucu alamayınca tuzlu bir şeyler yiyelim istedik.. Keş, poşetten çıkardığı peynirli doritos paketini üç tarafından iyice açarak masaya yerleştirdi.. Paketi açıp yerleştirmesiyle birlikte etrafa yayılan kokunun etkisiyle bir an göz göze geldik ve Keş “Abi sence de biraz şey kokmuyor mu şu zıkkım?” diye sordu.. “Haftaiçi giydiğimiz çoraplar gibi?” diyerek bakakaldım.. “Evet” diyerek yüzüme ağlayacak gibi bir ifadeyle bakmaya başladı; yutkunası bile gelmiyordu o halde.. Bir kaç cips alıp ağzıma attım ve “Kokusunu bilmem ama, çoraplarım böyle lezzetli olsa onları da yerdim amk” diyerek gülmeye başladım.. “Oğlum nasıl yiyorsun yeaaaa” diyordu hala.. “E çoraplarını düşünme sen de yersin!” dedim.. “Ya neyi düşüneyim amcık!” dedi.. “300 kiloluk bir kadının yaz ortasında memelerinin altını yaladığını düşün böyle tuzlu tuzlu, terli terli ooooooh” dedim.. Bir anda sandalyesiyle geriye doğru çekilip yere eğilerek öğürmeye başladı.. “Hayırdır lan? Meme tutuyor seni galiba?” diyerek gülüyordum.. Tek eliyle bana “Ebeni sikcem dur bekle” işareti çakıyordu.. Baktım öğürmeleri hafifleyince yavaştan kalkmaya hazırlanır gibi; hemen bir yudum kola içerek koridora doğru deparı bastım..


Ben önde o arkada öyle bir koşuşuyoruz ki; millet “sessiz olun” diyecek vakti bile bulamıyor hızımızdan.. Baktım bizimki yetişmek üzere; kat koridorunun çıkışında ayağımdaki terlikleri savurup yalınayak koşmaya başladım.. O da merdivenlerden inerken kat arasında savurdu terliklerini.. Basamakların yarısını iniyorum, geriye kalan 6-7 basamağı da sıçrayarak kat arasına düşerek aşıyorum.. Beraber taş bahçenin başlangıcına kadar koştuk böyle.. Keş, arkadan “Dur sikicem amk yediklerim ağzıma geldi” diyerek yavaşlayınca ben de durdum soluklanmak için.. Ardından yalınayak çimlerin üzerinde yürüyerek çim sulama fıskiyelerinden en yakın olanının yanına gidip ayaklarımızı yıkadık ve kurumalarını beklemek için koğuşlar binasının önünde oturduk.. Binanın taşları, henüz gündüzün sıcağından vazgeçememişti.. Kıçlarımız huzurluydu anlayacağınız; taş soğuk değildi.


Biraz nefeslerimizi topladıktan sonra Keş “Oğlum harbi diyorum la bişi yerken iğrendirme beni; kusarım lan cidden bak” diyerek gözlerini aça aça döndü yüzüme.. Hala avaz avaz gülesim vardı; fakat bizimkinin hassas noktası olduğundan, başımı eğerek “Tamam yaa kusura bakma, bir daha olmaz.. Söz..” dedim.. O an başımı gülmemek için eğmeme rağmen, Keş onun için üzüldüğümü sanıp “Tamam yaa arada çok canın isterse yap ama çok sık yapma yani.. yani hoş olmaz benim açımdan” falan diye kemkümlemeye başladı.. O böyle kemkümlerken, az önce gülmemek için başını eğmiş olan ben, bu sefer harbiden duygulandığım için başımı eğik tutmaya devam ettim.. İçimden “Oğlum lan, sen cidden çok safsın.. Piçsin ama saf bir piçsin..” diye geçirirken, oturduğu yerden omuz attı bana.. Yüzümü yüzüne çevirdiğimde yine şaşı şaşı bakıyordu.. Can vere can vere gülmeye başladım; aşırı derecede sinirlerim bozulmuştu..


Düşünsene; iki dakikalık içleniyorsun, yanında dananın biri omuz atarak şaşı şaşı bakıyor yüzüne! İstesem de dramatik olamıyordum…


Kendi ayaklarının kuruyup kurumadığını eliyle kontrol ettikten sonra benim sağ ayağıma dokundu kurumuş mu diye.. Ayağıma dokunmasıyla birlikte öyle bir bağırdım ki ikimiz de dışarda yakalanmamak için yıldırım hızıyla kendi katımıza kaçmak zorunda kaldık.. Bizim kata girdiğimizde; terliklerimiz ellerimizde, “O neydi lan öyle?” diye sordu nefes nefese.. “Ne neydi?” dedim.. “Aşağıda yeri göğü inlettin lan” diyerek gülmeye başladı.. “Haa, ya ben huylanıyorum oğlum, kendi ayağımın altına kendim bile dokunamam.. O derece huylanıyorum, aklında bulunsun” dedim.. Öyle vahim ve acıklı bir tonda açıklama yapıyordum ki; sanırsın ayağımın altına dokunursa beynim patlayacak, kalbim duracak, kollarım bacaklarım yerlerinden çıkacak ve vücudum onlarca parçaya ayrılacak… “Aklımda bulunsuuuuunnnn” dedi böyle “Artık sana gün yüzü göstermem” modunda.. “Harbi diyorum bak bizim bir akrabamız öldü! Kadını oğlu şaka olsun diye gıdıklarken, kalbi durmuş!” dedim.. “Oha ciddi misin lan!” dedi birden hayretle.. “Harbi diyorum; oğlu kaç yıl cinayet suçundan yargılandı da zor kanıtladılar olayın aslını..” dedim başımı yukarı aşağı sallayarak.. “Yuh yaaa… O zaman sizin ailede kalp krizi de ırsi?” dedi..


Etüt odasındaki yerlerimize otururken “Irsi tabii ya ne sandın!? Ben sana boşuna mı gıdıklama diyorum… Kadın öldüğünde daha 43 yaşındaydı.. Düşünsene 43 yaşında gitti yaa!” dedim.. Keş iki tek sigarayı da ağzına yerleştirip yakarken, ağzının kenarıyla “Bak sen şu kadere yaa.. Başınız sağolsun..” diyordu.. Öyle güzel inanmıştı ki; kalkıp şaka yaptım bile diyemedim.. O saflığı bildiğin hoşuma gitti.. Acaba o da beni zaman zaman böyle kekliyor muydu ki?


Yaktığı teklerden birini bana uzattı.. Sigaralarımızı içerken “Neyse yaa, bu gece erken uyuruz dimi ama?” diye sordum.. Dışarıya doğru bakarken göz ucuyla bana odaklanıp, tek kaşı havada “Hiç sanmıyorum” diyerek sırıttı.. Bu sefer ben “HmmmMMMMmmmmMMMmm”lıyordum trafikte sıkışmış ambulanslar gibi.. Sandalyelerimizi cam kenarına alıp; o dikdörtgen camlardan en alttakiyi tamamen açarak, ayaklarımızı dışarı uzatıp oturduk yan yana.. Onun sağ ayağı, üstünde benim sol ayağım, üstünde onun sol ayağı ve en üstte de benim sağ ayağım.. Bir pencere boyu “ayak”landırdık manzarayı.. İkinci sigaraları yakıp kolalarımızı da kucağımıza aldıktan sonra sessiz sessiz dışarı bakmaya başladık.. Aradan iki dakika geçti, bu sol ayağının parmak uçlarıyla benim sağ ayağıma dokunup dokunup sırıtıyor.. “ABİ ÖLDÜ KADIN ÖLDÜÜÜÜ!” diye gözlerimi aça aça işaret parmağımla “bu sana son ikazım” hareketi çekiyordum.. “Tamam tamam” deyip duruyor, tam bir yudum kola içiyorum, o an yine dokunuyor.. “ÖLDÜ AMA ÖLDÜÜÜÜ!” dedim yine tüm ciddiyetimle.. İki “ÖLDÜ”nün arasında bu yine ayağıma dokununca gıdaklar gibi gülmeye başladım.. “Şşşşt tamam tamam yapmıcam söz bak sakin şşşşşşt” deyip duruyordu.. Biraz sakinleşince “Oğlum mal mısın ya! Ölmeyi geçtim; ölmeden önce son bir kez daha kolayla yıkanasım yok harbiden” diyerek kucağımdaki kutu kolayı gösterdim.. Kendi önüne doğru bakarak “Niye? Yani şimdi buraya kola dökülse daha tatlı olmaz mı?” dedi sırıtarak.. “Yok ben seninkiyi sade seviyorum..” deyip gülmeye başladım.. Uzanarak ruffles paketini alıp açtı ve ortamıza koydu.. Dışarda hafiften bir esinti vardı.. Ayaklarımıza öyle güzel, öyle tatlı vuruyordu ki… Manzarayı “adım adım” ikiye bölmüştük.. İzmir’in sağ tarafı benim, sol tarafı Keş’in menzilindeydi..


Keş solunda benimle İzmir’in solunu izliyordu, bense sağımda Keş’le İzmir’in sağına bakıyordum.. Bir tebessümün yarısı o, yarısı benken; büyümüş, çoğalarak İzmir kadar olmuştuk.. İzmir’in yarısı ben, yarısı o… İzmir gibi ve İzmir kadar severek…


Hani “yalnızlık paylaşılmaz” diyorlar ya.. Çok da güzel paylaşılıyor be abi! Harbiden.. Bir saate yakındır, tek kelime etmeden oturuyorduk.. Kendi “düşünceler”imizle baş başa, “birbirimiz”le yan yana ve “İzmir”imizle karşı karşıya… O kadar sakindik ki, birbirimizin nefes alışverişlerini geçtim; kendi nefes alışverişlerimizi bile duyamıyorduk.. Kulakları çınlatan bir sessizliğin ortasındasın; senin sol yanın “o”, onun sağ yanı “sen”.. Senin “Yarı”n sıcak ve onun da öyle…… Onun “yarı”sı soğuk ve senin de….. “Ilık” mı ne diyorduk?


“Yarın” sıcak, “yarın” soğuk.. “Bugün” mü ne diyorduk?


Hayat çok tehlikeli.. Yaşayan ölüyor. O yüzden “Hemen” mi ne diyorduk?


Yalnızlığımı katleden adamın yalnızlığına kastedip “Pşşşt” diyerek ona döndüm yüzümü.. “Hmm” dedi uykudan uyanır gibi.. “Hıhı” diyerek gülümsedim.. “HmmmmMMMmmm” diyerek gülümsedi.. Üç tek sigara alarak yerimizden kalktık.. Biri “dün”ün hatrına, diğeri “bugün”ün şanına, öbürü “yarın”ın katline… Kolunu omzuma attı ve “biz” birlikte yürüdük; “gün”ü yaşamadan “dün” etmemeye..


Tuvaletlere girdiğimizde beyaz ışık gözlerimi aldı.. Keş “Off amk bu ne yaa” diyerek birden tüm ışıkları söndürdü.. “En azından bir iki tanesini açalım da şüphelenmesinler..” dedim.. “Haa doğru” diyerek tuvalet kapısının karşısındaki lavabolar bölümünün ortadaki florasanını yaktı.. Bana dönerek “Yeter mi ki bu?” diye fısıldadı.. “Artar bile..” diye gülerek içeri girdim.. Bu tuvaletler “hikayemizde” o büyük meteordan öncesine dayanan bir mesele.. Artık tüm dinazorları gömdüğümüze göre, sizi o meşhur tuvaletlerde bir tura çıkarmanın vakti geldi de geçiyor..


O an Keş’le tuvalet kapısında, “içeride kaç tane florasan yaksak ki?”nin derdine düşmüşken, kapıdan içeriye baktığımda; bu tuvaletin, kapının olduğu duvara 1,5 metre kadar yaklaşan, iki duvarla, üç eşit parçaya bölündüğünü görüyordum.. Bu ayırıcı duvarlar, tuvalet tavanıyla birleşmeden belli bir mesafede kesiliyor.. İlk bölümde, kapının tam karşısındaki ilk bölümde, sağ ve sol duvarlarda beşer tane lavabo dizili.. ve her lavabonun kendi aynası, her aynanın ise kendi öntaş’ı var.. Her aynanın solunda birer adet priz bulunuyor, sabahları traş olan öğrencilere kolaylık sağlanması amacıyla.. Tam karşı duvardaysa, tüm ayırıcı duvarlarla tavan arasındaki mesafe genişliğinde boylu boyunca sıralı dikdörtgen pencereler var.. Tuvaletin tavanıysa şu kartonumsu malzemeden üretilme kare kare döşenmiş asma tavanlardandı.. Yani eskiden, tadilat öncesi bu tuvaletlerin tavanı çok daha yüksekti..


Orta bölüme geçtiğimde, sağ duvarda yine aynı şekilde beş tane lavabo vardı; sol duvardaysa, boylu boyunca ayak yıkama yeri.. Bu ayak yıkama musluklarının altında, uzuuuuun ve dikdörtgen bir yer var; malum, ayak yıkarken her yer ıslanmasın diye.. Sayısını tam hatırlayamıyorum “ayaklarımı sık yıkamadığım için belki” ama 6-7 tane musluğun, aynı “gider”e su gönderdiği bir sistem işte.. Ayaklarımı sık yıkamıyorum derken, ben daha çok “Hazır ayaklarımı yıkayacakken, tamamen yıkanayım da tam olsun” diyerek duşa girenlerdenim..


Üçüncü ve son bölüme doğru baktığımızda, ki burası benim favori bölümüm; sol duvarda beş tane pisuvar var.. Her pisuvarın arasında da seperatörler.. Pisuvarların karşısında ise 6 tane kabin… Neden beş lavabo, beş pisuvar da, altı tane kabin var? Neden kabinlerin sayısı “+1” fazla?.. Kapıdan girdiğinde sağa dönünce karşına gelen o ilk kabin; tuvaleti bölen ayırıcı duvarlardan arta kalan yere, duvar köşesine inşa edilmişti de ondan.. Bu tuvaletleri bu kadar detaylı anlatmamın sebebi: ilerleyen bölümlerde gözümüzde canlandırmaya ihtiyaç duyabiliriz…


İlk bölmenin orta ışığını yaktıktan sonra koridora şöyle bir göz attık.. Nöbetçiyi ortalarda göremeyince; nöbetçi masasına doğru hafif tempo koşmaya başladım.. Keş “Pşşt, nereye oğlum gelsene” derken elimle “bir dakka” işareti yaparak, nöbetçi öğrenci masasındaki “nöbet kontrol defteri”ni açtım.. Gece nöbetlerimizde bu defterler 3 saatte bir imzalanırdı; her nöbetçi öğretmen, kendi 3 saatlik nöbet diliminde “nöbetçi öğrencileri teftişle” sorumluydu.. Bu nöbetçi hocaların uykuları bizimkilerden kıymetli olduğundan, kendi 3 saatlik teftişlerinde genelde ilk saatte teftişi yapıp uykuya geri dönerlerdi.. ya da son saatte uyanıp bu teftişi son dakikaya bırakırlardı.. Nöbetçiyi ortalıkta göremeyince “Kesin teftiş saati geçti de eleman kontrol olmaz diye uyumaya gitti” diyerek defterde o günün tarihini buldum.. Hazırlık sınıfının derslerine giren hocalardan biri yapmıştı teftişi, adam yaşlı başlı olduğundan bir daha top atsan uyanıp gelmezdi teftişe.. Nöbet defterini yine aynı şekilde düzgünce yerine bırakarak tuvaletlere girdim.. Keş elindeki sigarayı uzatarak “Al ben beş çektim, sen de beş çek” dedi… Sigarayı alırken “Neye bakıyordun öyle?” diye sorunca; “Kontrol geçmiş, iki buçuk saat boyunca hiç bir hoca uğramayacak buraya.. Ona bakıyordum..” dedim sevinçle.. “Oha lan çok mantıklı” diyerek dirsek attı.. “Eee buna kafa derler kafaaaa” diyerek sol elimin işaret parmağıyla kafamı gösteriyordum.. “Evet kafa.. ama koca bir kafa” diyerek gülmeye başladı.. “Siktir göt” deyip sustum.. “Lan kaç oldu piç! ver artık şu sigarayı!” diyerek bitmek üzere olan teki elimden aldı.. “Pşşşt, kabinlere girelim de yakalanmayalım” diyerek sırıttım.. “Ne yakalanması oğl..” derken bir an durdu ve “HaaaAAAAaaa” diyerek kabine gelip kapıyı kilitledi..


İkinci sigarayı yakarken söz bitmişti… Usulca yaklaşıp boynundan öptüm.. Sigaradan bir nefes çekti ve beni duvara doğru ittirerek yüzüme halka halka savurdu dumanını.. İki elimle tişörtünün belinden tutmuş, kendime çekiyordum.. Tamamıyla bana yaslanmış olmasına rağmen çekmeye devam ediyordum.. “Yakın” bile “yeterince yakın” değildi o an.. Sıra bana geldiğinde, dumanımı, burnuna halkalar şeklinde gönderdim.. “Nasıl yapıyorsun oğlum böyle davul gibi halkaları ya? Bana da öğretsene?” diye fısıldadığında kendimden utandım.. Aylar önce bunu bana öğretmesini ondan isteyemediğim için utandım; halbuki nasıl da güzeldi duymak.. Nasıl da güzel sormuştu.. “Tabi bak böyle yapacaksın..” diyerek başımı hafif sağa çevirdim ve aralıklarla 4 tane halkayı sifona doğru gönderdim.. Sigarayı ona “Dene bak” diye vererek yüzümü yüzüne döndüm.. “Hani böyle mi?” diyerek derin bir nefes çekti sigaradan.. ve dumanı usulca dudaklarımın arasından üfledi.. Çok sıcaktı dudakları.. ve ıslak..


“Hayır öyle değil..” diyerek sigarayı aldım elinden.. “Hani nasıl? şimdi de sen göster bakalım” diyerek gülümsedi.. Elimdeki sigarayı yere atıp; “İşte böyle” diyerek yaklaştım dudaklarına.. Alt dudağım ona alışırken, üst dudağı bana çoktan yakışmıştı.. Alnını alnıma yaslayarak dudaklarını bir süre ayırdı benden, verdiği o nefes… Nefesini çektim içime.. Yeter lan; daha fazlasında gözüm yok! Bana bu nefes yeter.. Fazlasında gözüm yok.. Gözüm yok… Gözüm; gözüm fazlasını görmez ki.. İstemem dahasını be adam.. Yetiyorsun bana.. Yetişiyorum sana..


Yeniden dudaklarıma yaklaşırken bu sefer dudakları arasındaki dudağımı diliyle geziyordu.. Dudaklarımdaki çatlaklar…. Her birine dokunuyor, her birinden öpüyordu beni.. Gözlerimiz kapalı.. Bu an.. Bu an; gözlerden uzak yaşanmalı.. Kendi gözlerimizden bile uzak..


Dudaklarım duyar benim.. Parmaklarım görür.. Tenim tadar.. ve Ben.. Ben, sen susarken ve gözlerim kapalıyken de anlarım seni.. Anlarım be adam! Hem de………


Üst dudağını hafiften ısırdım, bu kanatırcasına bir ısırmak değildi; daha çok “kaçmasın bir yere” diye yalvarıyordum dişlerim arasındaki dudağına.. ve alt dudağına indim.. Bir insanın iki dudağı arasında bile bu kadar fark varken; iki insan arasındaki farkları görmezden gelen bir “gece”ydi bizimki.. Kadın yoktu.. Erkek yoktu.. İki insan vardı; ve konuşmaktan yorulup birbirini uslandıran dudaklar..


Ellerimin arasındaki yüzü… Ellerinin arasındaki ben.. “İstiyor musun?” diye sormak boş… Sormak yok bu gece!.. Tişörtümü tamamen çıkarıp kapıya astım.. Tişörtü kollarımdan kurtarmaya yardım etmişti, beni kendimden kurtardığı gibi… Aceleyle kendi tişörtünü de çıkartırken, yakasını yırttı hafiften.. “Şştttt” dedim sakinleştirir gibi ve tişörtü alıp kapıya astım.. Ardından erkekliğini gözlerden saklayan ne varsa indirdim dizlerine.. Ayağa kalkarken bacaklarından kasıklarına, belinden göğsüne, boynundan dudaklarına.. Milim milim Keş’lendim.. O güne kadar dudaklarımın kimselerde değmediği yerlerdeydim.. Onunsa kimselerin öpmediği yerleri…


Onu öpmek.. Onu öpmek; yazın kimsenin uğramadığı kumsallarda koştururken, ikide bir arkana dönerek bıraktığın ayak izlerini izlemek gibiydi… ve de kışın ilk kar yağdığında, kimsenin geçmediği yollarda bıraktığın ayak izlerine hayran olmak gibi… Evet… Onu öpmek iz bırakıyordu.. İzlemekten sıkılmayacağım türden izler.


Yaz mısın? Kış mı?


Kar mısın? Kum mu?


Umrumda değil ne olduğun.. Neyse ne! Benimsin be adam.


Burnunu öptüm.. Yanağını.. Gözünü.. Gözlerim kadar kara saçlarını.. ve terleyen alnını.. ve yeniden eğilerek, erkekliğini öptüm.. Benim olan, bana özel olan erkekliğini.. Benim için, benim kadar feda ettiği yerinden de öptüm; ellerinden.. İşaret parmağını çenemin altına koyarak hafifçe yukarı bakmamı istedi.. Dudakları bana gülüyordu.. Göz kırpıp eğildi ve öptü.. Onun için, ona kadar terleyen yerimden; alnımdan öptü..


Terinin tuzu dudaklarımda, terimin tuzu dudaklarında.. Birbirimizi, birbirimizden tadıyorduk.. Sol elim belinde, sağ elimse madenindeydi.. Sağ koluyla boynumdan beni kendine çekerek sol eliyle madenimi gururlandırmaya başladı… Ayıp ne? Günah nerde? Yasak mı?


Dudaklarım dudaklarındayken, nefesim nefesiyle çarpışıyordu.. Hazzın tüm renklerini görmüştüm; fakat tadı olduğunu yeni anlıyordum.. Hazzı tadıyordum dilinden… Haz damlıyordu dilimden.. Alt dudağımın kenarını hafiften ısırdığında “yakın” olduğunu tadıyordum.. Elimi yavaşlattım.. Daha ona doymadım ki.. Tamamıyla, tamamımı içercesine araladı dudaklarını.. Dudaklarım arasındaki dudakları hızlandıkça, birbirimizi gururlandıran ellerimiz de hızlanmaya başladı… Ensemden beni kendine çekerek, yüzünü yüzüme gömdü ve ilk kez aynı anda geldik.. Kasıldıkça, dişleriyle alt dudağıma baskı yapıyordu.. ve o baskı yaptıkça ben kasılıyordum.. Her bir hücrem, her bir hücresiyle anlaşıyordu; konuşmadan ve aynı zamanda da susmadan.. Söz gitmiş; ses bizimle kalmıştı..


Erkekliğim aşağıda sanıyordum bunca zamandır.. Nasıl da aptalım… Nasıl da “inandırılmış”…. Hangimizin erkekliği bacaklarının arasında ki?


Benim erkekliğim onun, onun erkekliğiyse benim dudaklarımın arasındaydı..


“Bizim” erkekliğimiz… “Bizim” dudaklarımızın arasında..


Sen “götveren” demeye devam et.. Senin dudaklarının arasından çıkan her bir “ibne”; benim dudaklarımın arasında güzel bir “adam” olacak..

Yorumlar