Julian Stefan adlı kullanıcının mesajları

    Eşcinsel edebiyattan bazı örnekler:


    1980 ''Fena Halde Leman'' / Attila İlhan


    1981 ''Dersaadette Sabah Ezanları'' / Attila İlhan


    1984 ''Haco Hanım Vay'' / Attila İlhan


    1990 ''Bay Z Düşüncenin Cinselliği'' / Tufan Erbarıştıran


    1990 ''Kılavuz'' / Bilge Karasu


    1992 ''Leyla ile Şirin'' / Hülya Serap Doğaner


    1993 ''Düşlerin Şarkısı Yok'' / Veysel Dikmen


    1996 ''Şarlo, Bir Kara Kafa İçin Balad'' / Ahmet Haluk Ünal


    1997 ''Cemil Şevket Bey - Aynalı Dolaba İki El Revolver'' / Selim İleri


    1998 ''Cahide'' / Aysel Özdemir


    1999 ''Romantik Salgın'' / İbrahim Altun


    2000 ''Günahsız'' / İbrahim Altun


    2000 ''Solmaz Hanım ve Kimsesiz Okurlar İçin'' / Selim İleri


    2000 ''Sıvı'' / Turgut Yüksel


    2001 ''Hayat Roman'' / Turgut Yüksel


    2002 ''Bella'' / Stella Aciman


    2002 ''Ben Kendimi Affediyorum Tanrım Ya Sen?'' / Tijen Kino


    2002 ''Kilidi Sırlı Anahtar'' / Baki Koşar


    2002 ''Travesti Pinokyo'' / Sibel Torunoğlu


    2003 ''Kırlangıçların Ömrü'' / Stella Aciman


    2003 ''Deniz Kızı'' / Zeynep Aksoy


    2003 ''Sığınak'' / Sadık Aslankara


    2003 ''Üçüncü Tekil Şahıs'' / Mehmet Bilal


    2003 ''Zarife'' / Deniz Kavukçuoğlu


    2003 ''Kurtlu Elma Şekeri'' / Pınar Orhan Küzeci


    2003 ''Şimdilik Kadın'' / Emine Saraçoğlu


    2003 ''Jigolo Cinayetleri'' / Mehmet Murat Somer


    2003 ''Peygamber Cinayetleri'' / Mehmet Murat Somer


    2003 ''Buse Cinayetleri'' / Mehmet Murat Somer


    2003 ''Hergele Âşıklar'' / Niyazi Zorlu


    04 Aralık 2004 - Gaygaye

    Devamı...


    OSMANLI'DA EŞCİNSELLİK


    Osmanlı toplumu tam böyle bir anda, üstelik edebiyat, az önce bahsi geçen romanlar aracılığıyla tanıştı Batı’nın değer ve düşünce dünyasıyla. Ahmet Cevdet Paşa, bu yıllardaki toplumsal ilişkileri ''Maruzat''ında (1856) şu cümlelerle özetliyor; ''Zendostlar (kadın sevenler) çoğaldı, mahbublar (erkek sevenler) azaldı. Kavm - i Lut sanki yere battı. İstanbul’da öteden beri delikanlılara ma’ruf ve mütad olan aşk - u alaka, hali tabisi üzerine kızlara müntakii oldu... Kubera (kibarlar) içinde gulamparelikle (oğlancılıkla) meşhur olan Kamil ve Ali Paşalar ile onlara mensup olanlar kalmadı. Ali Paşa da ecanibin (yabancıların) itirazatından ihtiraz (çekinme) ile gulampareliğini ihfaya (gizlemeye) çalışır idi''.


    Anlaşılacağı gibi, zendostların yani kadın sevenlerin sayıca artışının tarihi önem arz ettiği o yıllarda, Avrupa romanında işlenen aşk ve cinsellik biçimleri Osmanlı toplumunda yeni yeni filizlenmeye başlıyordu. Avrupa’daki örnekleri taklit eden Tanzimat romancısı karşı cinse dönük bu yeni tarz aşkı ve çekirdek aile modelini modernliğin biricik ifadesi sayacak ancak roman kahramanlarına gönlünce bir cinsellik yaşama izni vermeyecektir. Neredeyse her roman ‘aşırılık’ları cezalandıran ölümlerle sonlanır; duygu ve düşünce dünyasını kısıtlayan geleneksel bağlar henüz kopmamıştır.


    Osmanlı toplumunda özgürlük düşüncesini içselleştiren II. Meşrutiyet’tir. Aşağıda sıraladığım roman isimleri bile II. Meşrutiyet’in getirdiği özgürlük ortamının Osmanlı toplumunda en çok cinsel özgürlük biçiminde kavrandığını kanıtlamaya yeter. Mehmet Rauf’un ''Bir Zanbağın Hikayesi'' (1910) ve ''Kaymak Tabağı'', Ebü’l Burhan’ın ''Bir Çapkının Hikayesi'' (1910), T.P.Z.’nin ''Muhabbet Odası'' (1912), M.S.’nin ''Zifaf Gecesi Harem Ağasının Muaşakası'' (1913), A.Hasan’ın ''Bir Bakirenin Gebeliği'' (1914), Ahmet Naci’nin ''Bir Aşüftenin Jurnali'' (1914), G.R.’nin ''Beyoğlu Alemi'' (1914), Adil Nami’nin ''Balodan Sonra'' (1914), M. Alişan’ın ''Kadınların Aradığı'' (1914) gibi romanlarda yazarlar, toplumun eskiyle olan bağlarını sarsmak için -bilinçli olarak- her türden cinsel ilişkiyi en cüretkâr ifadelerle dile getirerek toplumun yerleşik değerlerine saldırmışlar ve edebiyatımızın ilk ‘underground’ hareketini yaratmışlardı.


    SADE VE MEHMET RAUF


    Fransız Devrimi’nin Sade’ı varsa II.Meşrutiyet’in de Mehmet Rauf’u vardı. Sade ve Oscar Wilde metinlerinden adapte ederek yazdığı romanlarlarında cinsel ihtiyacın beşeri bir açlık olarak ‘meşruiyetini’ ve ‘muhakkaklığını’, hiçbir düzmece ahlak kuralı ile sınırlanamayacağını savundu o. Mehmet Rauf ve arkadaşları batan ‘Kavm - i Lut’a yeniden hayat vermişlerdi. Ancak Fransa’da olduğu gibi İstanbul’da da uzun sürmeyecekti özgürlük günleri. Osmanlı’yı kurtarmak için ahlaka ve dine sarılmayı vaaz eden -içlerinde Mehmet Akif’in de yer aldığı- bir kesim Mehmet Rauf ve arkadaşlarının yazdıklarını ‘edebiyat dışı’, ‘edebiyatı satan’ romanlar olarak teşhir ve neredeyse ihbar ettiler. Sade ve Wilde gibi Mehmet Rauf da mahkeme önüne çıkarılacak, hapis cezasına çarptırılmamakla birlikte ordudan atılarak cezalandırılacaktı.


    GÖREV OLARAK CİNSELLİK


    Seçme, ayırma ve dışlama mekanizmaları her kurucu süreçte kullanılmıştır. Eskiyle arasına sınır çekerken ‘yozlaşma’ya vurgu yapan Cumhuriyet, yozlaşmanın simgesi olarak İstanbul’u işaret edip bir hayat tarzını dışarıda bırakırken Anadolu’da Batı Medeni Hukuku’na dayalı yeni bir ahlakın, yeni bir hayat tarzının temellerini atıyordu. Aynı dönemde tarih de yeniden tanzim edilmiş, icad edilen yeni kimlik tüm zamanlara yayılmış, Türklerin kökenine yapılan Orta Asya yolculuklarında tam da Cumhuriyet’in vaaz ettiği ahlakın, kadın tiplerinin ve aile modelinin izleri ‘keşfedilmiştir’. O izler ki, bir başka dışlamanın -İslamın Türk kültürüyle uyumsuzluğunun- da izleridir.


    Bu ideolojinin topluma yayılması ve benimsetilmesi görevi, kitle iletişim araçlarının çok cılız kaldığı o yıllarda elbette yine roman sanatına düşecekti. Peki kadın üzerinden tarif edilen meşru cinsellik nasıl tasavvur edilmiş, nasıl bir kadın tipi örneklenmişti? Dönemin popüler aşk romanlarında canlanan ''Cumhuriyet kadını, fikri mücadelelere, edebiyat hareketlerine, spora ve aynı zamanda ev kadınlığına, anneliğe ve zevceliğe merbut, mükemmel kadındı''; yani tam bir görev kadınıydı o! Meşru cinselliğin dışındaki her tür cinsel etkinlik, cinsel heyecan, hatta cinselliğin her türden dillendirilişi ise bir kez daha yasak bölgeye itilmişti. Doğrusu şaşılacak bir şey yok; Platon’dan beri her türden toplum mühendisliğinin amacı normlar ve normaller yaratmak, zevk ve coşkuyu yadsımak, yalnızca üremeye yönelik cinselliğe izin vererek her türlü tutkuyu ortadan kaldırmak olmuştur. Öyleyse, politik açıdan cinsel özgürlük hiçbir zaman masum kabul edilmeyecektir. Çünkü hayatın bir tek karesini renklendiren bir özgürlük an’ı bile başka alanlardaki özgürlükçü düşünceleri tetikleme, sınıflar ve cinsler arasındaki ayrımcılığa dayanan toplum tasarımlarının meşruiyetini sorgulatma tehdidir. (12 Eylül darbesinden sonra ilk getirilen yasakların eşcinsel şarkıcıları da kapsadığını, erotik neşriyatın yasaklandığını, travestilerin ve transseksüellerin aşağılayıcı sıfatlar ve alçaltıcı muamelelerle Ankara dışına sürüldüklerini hatırlamak yerinde olur.)


    Cumhuriyet’in talipkâr kadroları olan ve ekmeğini devlet kapısından kazanan ilk Cumhuriyet yazarları elbette ideolojik bir çatışmaya girmeyeceklerdi; devletin hayatın bütün alanlarına nüfuz edebildiği ve cinselliği kamusal alandan dışladığı yıllarda yazılan romanlar, büyük meselelere açılan kapılardı ve bu meseleler arasında cinsellik yer alamazdı. Böylece ‘ucuz’ edebiyatın alanına itildi cinsellik. Bu tarz romanlarda erkeklerin sokak kadınlarıyla, ‘yosmalarla’, ahlaksız kadınlarla yaşadıkları ‘ibret’ verici erotik maceraların yanı sıra, biseksüel ya da eşcinsel kadınlar da sözde ahlakçı bir tavırla, yargılayıcı, aşağılayıcı ifadelerle ama aslında erkek fantazilerini kışkırtmayı amaçlayan çok canlı sahnelerle işlenmiştir. Ancak erkek eşcinselliği söz konusu bile edilmez.


    Yıllar ilerledikçe aydınlarla siyasal iktidarlar arasındaki ilişkiler bozulmuş, özellikle sol muhalefetin sesi romanlarda yükselmiş, kadın ve erkek arasındaki cinsellik pek çok yazar tarafından hayatın bir parçası olarak yerli yerinde canlandırılmış, hatta kimi romanda cinsellik toplumsal değerlerin sorgulanma aracı da kılınmıştır. Ne var ki, bu kısa yazıda genel karakteristiğine vurgu yapmak zorundayız; cinselliğin yasaklı alanları Türk romanında da yasaklı kalmış, siyasi eleştirisini iktidar merkezli kuran muhalif kimlikli yazarlar bile mahrem hayatı sistemle ilişkisi içinde yeterince sorgulamamışlardır. Egemen ideolojiden radikal bir kopuş yoktur.


    YENİ BİR DÖNEM


    Eşcinsel aşkın Eski Yunan metinleri ya da II. Meşrutiyet romanlarındakine benzer bir doğallıkla ifade edilmesi ‘80’lerden sonra Attilâ İlhan’ın ''Fena Halde Leman''ı (80) ile başlar. 2000’lere gelinceye kadar az ama istikrarlı biçimde işlenen bu türden aşklarda ağırlık yine kadınlar arası ilişkilerdedir. 2000’lerden sonra süreklilik kazanan eşcinsellik temalı anlatıların sayısal zirvesine 2003 yılında ulaştığını görüyoruz.


    Bu kısa külliyat içinde Bilge Karasu’nun ''Kılavuz'' (1990), Hülya Serap Doğaner’in ''Leyla ile Şirin'' (1992), İbrahim Altun’un ''Romantik Salgın'' (1999), Selim İleri’nin ''Solmaz Hanım ve Kimsesiz Okurlar İçin'', Stella Acıman’ın ''Bella'' (2002) ve Sibel Torunoğlu’nun ''Travesti Pinokyo'' (2002) romanlarında eşcinsel tercihlerin insan hayatlarına olumlu ve olumsuz etkileri çok iyi yansıtılmıştı. 2003 yılında ise erkekler arası aşkları barındıran hikayeleriyle Mehmet Bilal’ın ''Üçüncü Tekil Şahıs'', Sadık Aslankara’nın ''Sığınak'' ve Niyazi Zorlu’nun ''Hergele Âşıklar''ı; kadınlar arasındaki aşklarıyla Zeynep Aksoy’un ''Deniz Kızı'' ve Stella Aciman’ın ''Kırlangıçların Ömrü'' romanları ilgi çekiciydiler. Pınar Orhan Küzenci’nin yanlış bedenlerlere hapsolmuş bir genç kız ve bir erkeği konu alan fantastik romanı ''Kurtlu Elma Şekeri'' de bir ilk roman olarak kayda değerdi. Son olarak, geçtiğimiz günlerde yayımlanan ve ele aldığımız konu üzerine bugüne dek yayımlanan romanlar arasında belki de en iyisi olan ''Yarın Yapayalnız''a kısa ve özel bir yer açmak istiyorum. Selim İleri, aralarında hem büyük bir yaş farkı hem de sosyal ve sınıfsal farklılıklar olan iki insanın; ünlü bir soprano ile terzilik yapan genç bir kızın tutkulu ve hüzünlü aşkını pastoral bir hikaye içinde Reşat Nuri romanları ve opera klasikleri eşliğinde öylesine şiirsel bir biçimde dile getirmiş ki, aşkın cinsiyeti artık önemsizleşiyor. Anlıyoruz ki, erkek, kadın, gay ya da lezbiyen gibi sözcüklere, kendimize bakarak ‘normal’leştirdiğimiz tek bir biçime asla hapsedilemeyecek insani bir duygudur aşk. Önemli olan yaşanan ‘an’dır; bittiğindeyse yalnızlık ve buruk bir tad kalacaktır geriye...


    Ele aldıkları insan tiplerine cinsel özgürlüklerini veren romanlarda artış kaydedilen bu süreç içerisinde cinselliğin her çeşidinin toplumsal hayatta, edebiyatta ve sinemada önemli bir yer kapladığını, cinselliğin bir başka türlü kuşatılmışlık içinde ehlileştirildiğini biliyoruz. Bu açıdan bakıldığında roman alanında kaydedilen gelişmelerin radikalliğinden söz edemeyiz. Ama yine de önemli ve olumlu buluyorum; yeter ki edebiyat alanında olunduğu unutulmasın, erotikle pornografik arasındaki sınır çiğnenmesin... Genet’in özeleştirisi ile bitiriyorum; ''Okurlar kitaplarımdan cinsel bakımdan etkileniyorlarsa bunun nedeni kötü yazılmış olmalarıdır diye düşünüyorum bugün, çünkü şiirsel heyecan o kadar güçlü olmalıdır ki hiçbir okur cinsel bakımdan heyecanlanmasın. Kitaplarım pornografik yazılar oldukları ölçüde, onları inkâr etmiyorum, incelik göstermekten yoksun olduğumu söylüyorum''.


    A. ÖMER TÜRKEŞ

    2004 - Milliyet Sanat

    2003’ten itibaren Türk edebiyatında nitelik ve nicelik açısından hızla yükselen ve bu yıl da aynı yükselişi, radikal çizgiden uzak olsa da, devam ettiren eşcinsel edebiyatı inceliyoruz.


    KENDİ tercihlerimize o kadar sıkı sarılmışız, gözümüzü farklılıklara öylesine kapatmışız ki, içinde yaşadığımız an’ın ahlak, etik ve moral değerlerini insanoğlunun tarih sahnesine çıktığı andan başlayarak bütün zamanlara yaymakta, tarihi olguları bugüne göre anlamlandırmakta, tarihi şahsiyetlere geçerliliği bugüne mahsus kimlikler dağıtmakta hiçbir tuhaflık görmüyoruz. İşte bu nedenle tarihin ancak sansürden geçebilen bir yüzü girebiliyor ilgi alanımıza. Haksızlık yapmayalım; ecdadımızın tarihe çaktığı en ufak çividen çırılçıplak şiddet içeren savaş sahnelerine kadar pek çok şey resmi tarih söyleminde uygun gerekçeler ve apaçık bir böbürlenmeyle dile getiriliyor aslında. Atalarımızın mahrem tarihlerini, cinsel hayatlarını kuşatıyor sessizlik. Çünkü o çağların cinselliğinde bugünün ‘sapkın’ bulunup dışlanan tercihleriyle örtüşen pek çok yan var.


    Doğrusu 20. yy.’ın ortalarına kadar Batı’da da çok farklı değildi durum; tensel zevklerin yadsınmadığı Antik Çağ’a ait eserlerde kadına ya da oğlana duyulan aşkın aynı doğallıkla ifade edilmesi Batı’da uzun yıllar boyunca şaşkınlıkla ve suskunlukla karşılanmış, hatta kimi Antik Çağ tarihçisi, hayranlık duyduğu Eski Yunan uygarlığına aşağılık bulduğu bu cinsel hayatı yakıştırmakta güçlük çekmişti. Çünkü Batı dünyasının Geç Roma İmparatorluğu’nda kurulup Hıristiyanlıkla birlikte işlemeye başlayan bütün baskı ve dışlama mekanizmaları cinsellik etrafında kurgulanmıştı; bütün bir Ortaçağ boyunca insan bedeni bir ahlaksızlık yuvası, bir günah kaynağı olarak lanetlenmiş, bedenin tüm saygınlığı yok edilmiş, eşcinsellik ve giderek her türden şehvet en büyük günahla özdeşleştirilmişti. Max Weber’e göre Batı’nın yükselişinin hikayesiydi bu.


    Cinsel tabuların burjuva devrimleri sırasında eski sistemle birlikte yıkılacağı umut edilebilirdi. Ne var ki, Fransız Devrimi’nin Aydınlanma Çağı libertenlerinin bütün çabalarına rağmen feodalizme ve kiliseye karşı zafer çanlarının çaldığı ilk aylarda yarattığı özgürlük ortamı kalıcı olmadı. Bunun en trajik örneği yaşadığı yıllarda ve ölümünden sonraki uzun yıllar boyunca yapıtlarının kabul edilemezliği üzerinde tüm iktidarların erdemli bir biçimde anlaştıkları Marki De Sade’dı. Sonuçta, etkileri günümüze dek gelecek biçimde, Batı’nın erotizmi bir bilgi alanı olarak görme geleneği Aydınlanma Çağı’nda zirvesine tırmanmış, burjuvazinin üreme tarafından denetlenmeyen her türlü cinselliğe karşı verdiği mücadeleye toplumu aydınlatacağı varsayılan ‘bilim’ de destek çıkmış, ‘aşırılık’lar yasalar kadar ‘bilimsel’ açıdan da yasaklanmıştı. Aydınlanma düşüncesi, Ortaçağ’a ilişkin birçok düşünce tarzını yerle bir ediyor, ancak cinsellik, tıp ve ahlak arasındaki şer ittifakına eski rejim kadar sahip çıkıyordu. Bu düşünce, burjuva bireyin modern destanı olan romanlara da yansıdı.

    Eskiler, Osmanlılardaki eşcinsel metinlerden bahsederken, "Bu iş, adamların sadece dilinde" derlerdi…


    Sadece dillerinde olup olmadığını bugün bilemiyoruz ama eşcinsel temalar, Osmanlı cinsellik metinlerinin azımsanmayacak bir bölümünü oluşturur ve bunları görmezlikten gelmek de zordur.


    Bu tür ilişkiler, o dönemin şartları içerisinde olağan bir davranış görüntüsü verir. Eşcinsel eğilim, sıradan şairinden divan sahibi şeyhülislamına yani en yüksek düzeydeki din görevlisine, padişahın maiyetindeki besteciden semai kahvelerinde sazını çalarak geçinen müzisyenine, ansiklopedistlerden tasavvuf bilginine kadar, toplumun değişik kesimlerinden gelenlerin yazdıklarında açıkça görülür.


    Alışılmış görüntülerden biri, kadının kötülenmesidir. MeselaSümbülzade Vehbi'ye göre erkek, "Eli kınalı kadınlardan elini çekmelidir, zira kadınlar, erkeğe kanlı gömlek giydirebilirler."


    Lamii Çelebi ise, erkeklere "evde kahbe tutmayın" diye nasihat eder:


    Seni boyunca altına gark etse

    Erkeksen, kahbeyi evinde tutma

    Ona da malına da lanet olsun!

    Malı da kendisi de mel'un


    Fuzuli, "Sabah usturasını bilemiş, güneş kılıcını taşa çalıp o ay gibi tellaka bağlılığını göstermiş… Başlar, onun amber kokulu usturasının hareketinden, suyun dalgalanıp kabarcıklar meydana getirmesi gibi neşelenip tertemiz oluyor… Her kılımın ucunda bir baş olsaydı ve sevgilim onları saç gibi doğrasaydı, kanlar döken usturasından yine de kaçmazdım…" sözleriyle, hamamda saç tıraşı yapan bir tellakaövgüler yağdırır.


    Divan şiirinin hemen her ünlü adı, bu şekilde mısralarının yer aldığı hammamiyeler düzer ve güzel delikanlıları tasvir ederler.


    Erkek sevgilinin şiirde sadece böylesine sembol olarak değil, adıyla, sanıyla geçmesi olağan bir şeydir.


    1082 yılında Ziyaroğulları'ndan Emir Keykavus tarafından kaleme alnınan Kabusname sevişmeyi konu olarak işleyen Farsça bir ansiklopedik eserdir. Kabusname'den örnek bir bölüm şöyledir:


    "…Yaz olunca avratlara, kışın oğlanlara meylet ki, vücutça sağlam olasın. Zira oğlan teni sıcaktır, yazın iki sıcak bir araya gelirse vücudu bozar. Avrat teni ise soğuktur, kışın iki soğuk, vücudu kurutur…"


    Osmanlı eşcinsel metinlerinden bahsedildiğinde, akla ilk gelen isimlerden biri Enderunlu Fazıl Bey'dir.


    1759-1810 yılları arasında yaşamış. Dönemin tanınmış bir eşcinseli ve eşcinsel olmakla her zaman, her vesileyle övünmüş. Kadınlardan zevk almadığını devamlı tekrarlamış, eserlerinde hep bu konuyu işlemiş. Maceralarını, duygularını, isteklerini apaçık ve hiçbir şeyin ardına gizlenmeden anlatmış. Üstelik bu açık sözlülüğü, ona ünlü beytini, "Şairiz, şeyn verir şanımıza / Giremez fahişe divanımıza"yı(Şairiz, fahişeler divanımıza giremez, böyle bir şey bize utanç verir) yazdıracak dereceye varmış.


    Fazıl'ın, bugün elimizde beş kitabı var: Defter-i Aşk, Hubanname, Zenanname, Çenginame ve Divan. Kitapların geçmişi de, yazarları gibi maceralı. Kimisi yazma olarak elden ele dolaşır, kimisi de basılır ama bazen ahlak dışı bulunarak toplatılır.


    Defter-i Aşk'ta şair, başından geçen aşk maceralarını hikaye eder. Saraya alınışını, Enderun'daki bazı delikanlılara aşık olunca kovuluşunu, sefaletini ve bir çingene genciyle olan gönül ilişkisine yer verir.


    Hubanname'de, dünyanın çeşitli uluslarına mensup delikanlıların özelliklerini anlatır. Sevgilisi, diğer ülkelerin güzel erkeklerini de öğrenmek istediğini söyler ve Fazıl bu isteği yerine getirmek için kaleme sarılır.


    Divan, dini şiirler, devrin büyüklerine övgüler ve yine delikanlılar için yazılmış gazellerle doludur. Fazıl bu şiirlerle kendisine özgü bir tarz yaratır, o güne kadar söylenmeye cesaret edemediği bazı ifadeleri açıkça kullanır.


    İSTANBULLU LEZBİYENLER

    Zenanname, Hubanname'deki bahsi geçen milletlerin kadınları üzerinedir. Özellikle İstanbul kadınları için yazdıkları, o dönem Osmanlı hayatını gösteren bir ayna gibidir. İstanbul kadınlarını dörde ayırır Fazıl. Dinine bağlı, namazında-abdestinde olanlar, hafif işveliler; fahişeler ve lezbiyenler… Bu kitabı yazmasını da sevgilisi ister. Fazıl, İstanbullu lezbiyenler için şöyle yazmıştır:


    "Ey sevgili, eski zaman kadınları arasında olmayan, "sevici zümresi" denilen yeni bir bölük çıktı ortaya. Kadınlara kötü bir hediye bu… Birbirlerine gönül verip aşık olurlar, ilişki vaktinde bile hile yaparlar… Hileleri, zekeri (erkeğin cinsel organını) taklit ederek yapılmış bir alettir. Aletin adını yazamam ama bir bilmeceyle söyleyebilirim… İşte o bilmece: "Nazı bıktırdı beni dildarın" (Fazıl burada, eski harflerden ve aruz vezninden yararlanarak, "yapay erkeklik organı" demek olan zıbık kelimesini şifreyle veriyor.) Bu yola girenler temiz huylu, nazik, ilim-irfan sahibi kadınlardır. Böylesine ilişkiler pek çok oluyorsa da, diğer davranışlara göre kötünün iyisi sayılıyor, birbirleriyle geçinip gidiyorlar…


    ÇİNGENELER, ÇENGİLER


    Fazıl'ın bir diğer kitabı Çenginame yani "Erkek Dansçılar Kitabı" o dönem İstanbul'unun en ünlü erkek dansçılarını konu alır. Şair, erkeklerin ve erkek sevgililerinin konuşulduğu bir toplulukta çengi denilen dansçılar üzerine yapılan bir tartışmaya tanık olur. Herkes bir başka çengiyi methetmekte, göklere çıkarmakta ama hangisinin en yakışıklı ve en hünerli olduğu hakkında bir türlü karar verememektedirler.


    Sonuçta Fazıl'dan hakemlik etmesini ve bu konuda bir kitap yazmasını isterler. O da oturur, Rum, Yahudi, Ermeni, Hırvat ve Çingene milletinden gelme 42 erkek dansçıyı şiirlerle anlattığı Çingenamesi'ni kaleme alır. İşte Çingename'deki düzyazı şeklinde kaleme alınan oyunculardan bazıları:


    BÜYÜK AFET denilen güzel YORGAKİ'nin temiz vücudu gümüşe benzer. O edasının, yiğitçe yürüyüşünün dünyada bir benzeri daha yoktur. Görünüşü, hareketleri alemi kendisine bağlar… Aşığın burnuna girse bile, değer.


    ANDON, eli ağzına uyan bir dilberdi, naz tahtı üzerine kurulmuş İskender'e benzerdi, iki bin aşığı vardı… Şimdi yüzüne sinekler üşüştü, şirin dudaklarına karıncalar düştü… Meğer güzellik de kuş gibiymiş…


    Çengilerin şahı MISIRLI'nın vücudunun uyumu ve boyu eşsizdir. Aslı Yahudi'dir. Raksa girip her tarafını oynatmaya başlayınca, halkı deli eder… Aşıklarını saymakla bitiremezler. Hem çehresi, hem yürüyüşü bir hoştur, şalvarını çözdüğünde daha da hoş olur…


    KANARYA, aşıkların kuşunu kaldırıyor… Güzeller içinde bir bülbül… Onun yanında bize düşen, mum tutmak…


    MURAT BARDAKÇI

    Osmanlı'da Seks adlı kitaptan sadeleştirilmiştir.



    HUBANNAME'DEN (ERKEKLER KİTABI) BAZI ÖRNEKLER:


    ZENGİBAR (ZENCİ) ERKEKLERİ: Ey gecenin rengi gibi benli, güzelliği gizli olan zencinin genci!.. Yanakları sade de olsa, yüzü tebessüm de etse, aşığın gözü kör olmadıkça öpülmeye layık görülmezler… İsimlerine "Mercan" diyelim, ama onunla birlikte olmayı kim kabullenecek? Sadakatleri meşhur, kahraman, sevimli ve vakurdurlar; isimleri görünüşte değişiktir ama içleri baştan başa cevherdir… Fakat anlayış gözü kör mü acaba? Parlak gündüz ile gece bir mi? Bırak, onları hatırlamasak daha iyi olacak… Geriye kalanları bir tütsü kabına koysak, hepsi amber olur.


    HALEP VE URFA ERKEKLERİ: Rüzgarın can verdiği, mutedil bir havası var Halep'in… Hoş yürüyüşlü dilberleri temiz, yanaklarının aynası saf… Ama çocuklarının yüzlerinde bile yara çıkar, erkeklerinin hepsi yaralı…


    ANADOLU ERKEKLERİ: Bunlar adetlerine bağlıdır, yaratılışları sırasında aldıkları özelliklerini daima korurlar. Yani ne cilve, ne edalı yürüyüş, ne de kötü söz bilirler… Hepsinin budala yaratılışlı olmasının aslında yüz sebebi var ama çoğu cennetlik. Ham vücutları da pişmemiş, endamları kaba… Yüzü ay gibi bile olsa, cansız bir şekli ne yapayım? Cisminin kabalığı, resmini bile uygunsuz kılıyor…


    İSTANBUL ERKEKLERİ: Dünya sanki bir kitap, İstanbul da onun fihristi… Bazen insan harmanı yapıldı burada, bu yüzden her cinsin tohumu var… Bütün dilberlerin bukalemun gibi renk değiştirmesinin sebebi de işte bu. Uykulu tavırlı, edalı, güler yüzlü, tatlı seslidirler… Kadın gibi, bilmem ne gibi kırıtarak yürürler… Nazik boyu ince bir fidanı, yanağı ve yüzü sonbahar yaprağını andırır.

    Güzelleri birbirine benzemez, üstelik renkleri de değişiktir ama hepsi naz ve niyaz ehli, aydınlık çehrelidir. Naz ve sitemde üstat, cevir ve cefa etmeye alışıktırlar. Ona Karun kadar mal harcasan, ne kadar sihirler, füsunlar yapsan, ciğerini önüne koysan, bin bir vade ile kucağa gelir ama yine de göğsünü kırar geçirir… Kimi hafız, kimi molla, kimi şair, kimi de seçkinin de seçkini.


    RUM ERKEKLERİ: Sanki aleme bir güzellik zerresi düştü, Rum milletine ise güzelliğin kubbesi verildi… Kadını da oğlanı da güzel, her biri birer afet. Yosma yürüyüşlü, şuh edalıdır hepsi… Ermenilerin yumuşaklığına, Yahudilerin miskinliğine onlarda rastlanmaz. Galata meyhanelerindeki çocuklar, en iyi insanı bile yolundan çıkartır…


    ERMENİ ERKEKLERİ: Yüzlerinin ifadesi hummalıdır ama güzellikleri Rum gibi olmaz… Nazik huylu Serkis… Vücudu nazik, boyu ince uzun, bacak kılları az ama şehveti kışkırtmıyor… Bedeni vahşi görünüyor… Kılları samur gibi… Karakış için iyi bir güzel; onu kışın kullanmak için sakla… Göğsü bir kıl tarlası, her kılı bir eşek lalesi…


    YAHUDİ ERKEKLERİ: Çehreleri ak olur, kırmızı yüzlüleri, esmerleri azdır. Güzellikte ufukların en şuhu bile olsa, başı kel olanı neyleyeyim? İşte Yahudi'nin başı kel, yüzü sarı. Bu, onun soyundan geliyor… Bedeni ve yüzü beyaz… Katı gönüllü, her millete düşman olmuşlar….


    ÇİNGENE ERKEKLERİ: Dilberleri hoşça, yüzleri esmerdir… Musiki onlara Allah vergisidir. Hareketleri anlamlı ve ölçülüdür. Sesleri nazik ve gevrek, sözleri şerbetten lezzetlidir. Onlarla gizlice "alışveriş" yapmak mümkündür… Birçok bahaneyle kapıya gelirler…


    15 Aralık 2004 - Gaygaye